26 Aralık 2011 Pazartesi

İDOL


  
“Onunla evlenemeseydim o benim idolüm olurdu,” dedi.
Gurur duydum, içim okşandı.
Baş başayken söylese de güzeldi, ama yemeğin ortasında,  arkadaşlarımıza söylediğinde… Bir de ilan etmiş oldu.
Onun böylesine güzel ifadesi karşısındaki şaşkın sevincimi unutamam.

Kadıköy’de iskeleye yakın, eski püskü eczanenin önünden ve buz gibi soğuğun içinden geçerken o an geliyor aklıma. Soğuğun yüz kesen ellerine karşın sıcak bir şey bütün bütün içimde. Huzurlu bir mutluluk…
Adım atıyorum, tramvay yolunun yan tarafına geçerken kaldırım varmış da fark etmemişim gibi havada kalıyor adımım.
Kuyuvari bir boşluğa düşüyorum.
Üzerimi silkip önümde duran dolmuşa biniyorum.
Eldivenimi çıkarıyorum.
Parmağımda yüzük yok. Eyvah, bu kaybettiğim ikinci alyans olacak. Acaba takmadım mı? Ama hep eldivenliydim, bir yere çıkarmış olamam. Belki de eczanede düştü.
Telefon çalıyor gibi geliyor, değilmiş.
Son aramalarda annem var, babam, Yasemin.

Eve giriyorum.
Anahtarı fotoğrafımızın yanına bırakıyorum.
Üzerimi koridorda çıkarmaya başlıyorum. Hırka, gömlek…
Yatak odasına geçiyorum.
Dolabın aralık kapağına yaklaşıyorum. Açıyorum yavaş yavaş.
Dolapta onun hiçbir kıyafeti yok.
Odada ona ait hiçbir şey…
Ne zamandır, nasıl; hangi soru?
Yüzüm soğuyor...
Soğumanın ardından heyecan: Bu an kendi idolüme anahtar. 

14 Aralık 2011 Çarşamba

FARUK DUMAN'IN ROMANI PÎRÎ ÜZERİNE... (PÎRÎ'Yİ SEZMEK)

Faruk Duman’ın Cemil Kavukçu ile yaptığı söyleşide, Kavukçu, “Aslında öyküleri uzaklarda aramaya gerek yok; bütün şaşırtıcılıkları, ilginçlikleri ve özgünlükleriyle çok yakınımızdalar,”[1][1] diyor. Faruk Duman, Pîrî ile yüzyıllar öncesinde geçen bir hikaye anlatsa da Kavukçu’nun sözlerini eseriyle doğruluyor. Uzağın yakını görmeye yarayacağını, Yusuf’un yüzyıllar öncesinde geçen hikayesi ile anlatarak, Kavukçu’nun tavrını, bir bakıma tersine yazıyor. Duman ne demek istiyor? Uzak ya da yakın fark etmez, anlattığın insanoğlunun arayışıdır. Jack London da romanına “Denizin Çağrısı” adını boşuna koymamıştır, değil mi? Serüven çağırır.
Denizdeyken toprağı, topraktayken denizi dileyen Yusuf’un serüven tutkusu, hayatını anlama, ona anlam bağlama dileğidir. Deniz, serüven tutkusunun, kendinden ve çevreden kopmanın, bağımsızlığın simgesi iken;  toprak geçmiş, kökler ve çocukluğun simgesidir.
Duman’ın önermesi, kişinin ancak uzaklaştıkça yaşantısını anlayabileceği, hazmedebileceğidir. Yakın, uzağa gitmeden kavranamaz. Yusuf sıladan ayrıldığında sıla sıcağını anlar, annesinin belleğindeki görüntüsüne döner. Çıplak kadınlar adasını gördüğünde de ilk sevgilinin tadına varır. Zaman geriye yürür.  Bu durum, edebiyat için de geçerli değil mi? Aynı metinden bir süre ayrı kalıp da ona tekrar döndüğünüzde, onda bambaşka anlamlar ve serzenişler bulursunuz. Uzak, yakındakini kavramanıza yarar.
Yazar, herkesin kendi serüvenini aradığını, hayal ettiğini anlatırken, aslında orayla buranın bir farkı yoktur, demek ister. Ayrıca, serüvenin içinde olduğunu bilsen özgürlüğünü kaybedeceksin. Ama elde etmek de istemiyorsun-ki serüven hayaldir ve sen hayalsiz de yaşayamazsın.
İlerleyen satırlarda, uzaktakinden korkulduğunu söyleyecektir. Bu, aslında bireyin özgürlüğünden korktuğuna da işaret eder. Özgürlük bireyin ta kendisi demek olduğuna göre, Yusuf kendinden de korkmaktadır. Nitekim romanın sonuna doğru kendini bilmediği bir anda işlediğini düşündüğü cinayet, korkularını haklı çıkarmaktadır.
Öyle bir tutku ki deniz üstündeki insanlar da kendi serüvenlerini uzakta bulamazlarsa yakına getiriyorlar. Serüvenini arayan leventlerin birbirlerini kesmeleri de bu tutkudan... Bulamazsan yaratırsın. Yazar bu tutkunun insanı canlı tuttuğunu düşünür. Zira romanda denir ki: “Huzur, mutluluğun kandıran yüzüdür.” Aradığımız rahatlık, huzur olmadığı gibi sorumuz da “ne” değil, “nasıl”dır.





SÖZ: 
Faruk Duman, bir yazısında edebiyatı sezdiği yıllardan bahseder.[1][2] Bu düşüncesini bağladığı nokta Pîrî’dir. “Söz sezilmek ister,” diyerek görüşünü yazınına taşımıştır.  İddiası, yazının kendi kendini ifade edebilmesi, eserin içinde metinde ne anlatıldığına ilişkin açıklamaların bulunmamasıdır. Eser zaten kendi kendini anlatır. Edebiyatın geometrisi olmaz, demeye getirir. Bu nedenle romana uzaklardan gelir; bu nedenle örtük olarak der diyeceğini.  Söz açıklanmaz, dile gelmez. Aynı romandaki harita gibi..
Harita, özün metaforudur. Aynı zamanda genel edebiyat anlayışı kabul edilen “anlatma, göster”i de içeren bir metafor. Üstelik Pîrî Reis’in haritasına bir gönderme yaparak romana zamanda da bütünsellik kazandırır. Sayfaları doldurup laf lakırdısı yapabilirdim, ama aslolan söz sanatı bu olmazdı, der bir bakıma.
Ben büyük resme bakarım, onun imgesi her şeyi anlatmaya yeter, çünkü onu sezmelisiniz. Her şeyi söylersem sezecek ne kalır ve bu anlamda yazarın yorumundan başka yorumlara nasıl gidersiniz? Sayfaları arttırmak aslında sizin imgeleminizi çökertmek ve edebiyatı hasara uğratmak, en azından çoğaltılamaz kılmaktır.
Çıplak kadınlar adasındaki kadınlardan bahsedildiği bölümde de aynı anlayışı taşır. “Onların bizi çağırması için zaten dil gerekmezdi, “ diyerek insanın doğasında olanın kendiliğinden anlaşılacağını belirtir. Bu nedenle, çıplak kadınlar adasındaki kadınlar bir şey söylemeseler de salt çıplak oluşları ile ne demek istediklerini söylemektedirler. Bir edebî eserin olması gerektiği gibi kendiliğinden.
Hemen ekler:  “Zeytin sözcüğü zeytin anlamına yalnızca bir kere gelir!” İşte bundandır ki Seferis, eksikleri tamamlayarak hikayeler anlatıyor ve siz boşlukları nasıl istiyorsanız öyle dolduruyorsunuz. Yazarın öyküsü ile okurun öyküsü farklıdır, herkes kendi (edebi) serüvenini yaşar.  “Hem onu dinleyene de bağlıdır,” derken okurun da bu oyuna gönlüyle, aklıyla, benliğiyle katılması gerektiğine işaret eder. Bu eylemi tamamlayan okur da kendince eksik bulduklarını kendi çağrışımlarıyla doldurur ve yeniden yaratır. Edebiyat, yazarla okurun kolektif çalışmasına dönüşür.
“Kuşkusuz bitirilmeye mahkum bir harita ölümü kucaklayan bir eğlencedir,” derken kendi edebiyat yolculuğunu dillendirmiştir. İlk sevgilinin ağzından tek bir sözcük çıkar: “Buraya.” Yusuf’un bu tek sözcüğü bir konuşmaya dönüştürürken de yaptığı budur. Söz ve çağrışımın nasıl örüldüğünü, ne zaman edebiyata dönüştüğünü, ne zaman lakırdı olduğunu anlatmak istiyor. Yazar anlama ulaşmak için sözün eksiltilmesi gerektiğini gösteriyor.
Ya zeyra kuşu? Ona yol gösterdiğini rüyasında gördüğü zeyra kuşunun gagasının ucunda yüzlerce harf dolaşmaktadır. Onun yol göstericisi sözdür.  O kuş ki hem serüveninde Yusuf’a kılavuzluk eder, hem de taşıdığı harflerle yazara… Yazar zeyra kuşudur. O da, okura yol gösterir, hayat ve yazın serüveninde eşlik eder. Okurun bünyesinde olan ‘söz’ü ortaya çıkarır, kendi çağrışımlarına okurun çağrışımları da eklenir ve her okurda, her okumada eser çeşitli kereler çoğalır. “Her şeyi unut,” der romanın sonunda. Kendi öykünü yarat, demektir bu.



DOĞA:
Seferis ile Yusuf arasında geçen konuşmada, suyun ışığa hakim olmasından bahseder Seferis. Yusuf, suyun akmasının kendine hakim olmadığını gösterdiğini iddia eder. Ama Seferis’in verdiği yanıt,  Faruk Duman yazınının temel söylemlerinden birini verir.  “Hayır, kendine dönüyor.”
Yazar, insanın kendine dönme isteğini doğa ile açıklar. Elif Şafak, döngünün kökünü tasavvuftan alırken, Faruk Duman, doğada buluyor döngünün özünü, benzetmesini, metaforunu.
Pîrî’de, “Zülal binlerce baştan, binlerce gözden, yani binlerce kulaktan oluşmuş bir yaman cengaver oluyordu işte,” der. Yazarın Burç adlı öyküsünde de Hacı Efendi’nin avladığı yaban hayvanlarının gücü adeta kendine geçer.[1][3] Hacı Efendi av hayvanları ile, Zülal öldürdüğü düşmanlarla çoğalır. Duman, insanı doğadan ayırmayan, ayrı düşünmeyen bir yazar. Doğadaki her canlının birbirini bir şekilde içine kattığını vurgular.
“Bu imbatla ben sanki bir kuş ile bir ağacın birleşmiş kokularını aldım. Nefis bir kokuydu bu. Ağaç sanki kuşla beslenmişti. Suyu değil de, kuşu emmişti topraktan. Kuş da ağacın gövdesinden, su kıvraklığı ile geçip yaprak uçlarında filizlenmişti.” Bu satırlarla da iç içe geçmenin başka bir biçimini sunar.  Doğa bütündür ve her varlık birbirini besler.
Yusuf’un yoldaşlarını bulması için “Birini rengarenk bir düzensiz limanda, birini de yine rengarenk bir düzensiz kavgada: aynı şey.”  der. Denizle toprağın özde aynı olması gibi önemli olan insandır. Mekan ya da olay değil. Onlar insanı biraraya getirmeye, birbiriyle beraber tutmaya yarar. Yusuf’un imgelerle dolu yarası da Seferis’le ilk kez konuşmasına sebep olacaktır. Her tür olay, her tür sıkıntı da insanın birbirine giden yoludur. Doğada her olay birbirine araçtır. Doğa bizi birleştiriyor ve her şey aslında bir diğerinde yaşıyor.
Doğada her şeyin birbirine dönerek varolduğu ve dünyayı var kıldığı düşüncesi metnin bütünselliği kadar, yazarın da diğer eserleriyle bağlantısının kuvvetini gösterir. Faruk Duman,  eserlerinde tek tek kendi dünyalarındaki imgeleri ve bağları çoğaltırken, tüm eserlerinin de birbirlerini besleyen bir dil ve felsefe yaratmalarını sağlamıştır.



[2][1] NotosÖykü, sayı 7
[3][2] Büyümenin Türkçe Tarihi, Metis Yayınları, 2007
[4][3] NotosÖykü, sayı 8

NotosÖykü'nün Ağustos-Eylül 2008 sayısında yayımlanmıştır.






5 Aralık 2011 Pazartesi

İYİDİR NOKTASIZLIK: CONTEMPORARY İSTANBUL

Resmin içindeydin…
Baş döndürücüydü, çünkü sen gri kıştan çıkagelmişken aklın renge battı. Hayat da, kış da ağızda patlayan şeker oldu bir anda. Saniyelik heyecanların getirdiği noktasız yükselmeler yaşadın.
Şiddetin göz alıcılığına kapıldın.
Bir komünde başıboş gezerken her adımda çarptığın renkli oksijen tanelerini avucuna alıp soludun. Tanecikler burnunu okşaya okşaya birbirlerine eklenerek ciğerini genişletti.


Konrad Winter'ın sende kalacağını anladın.




Azadeh Razaghdoost soğuk bir soluk verdi, diriltti seni

Argun Okumuşoğlu’yla ayaküstü sohbette,  eserlerin nasıl taşındığından tut, nerede yapıldıklarına dek pek çok şey konuştun.  



















Anastasia Kohorislova’da durdun, daha doğrusu o seni durdurdu. Etkilendin, hem de onu bir çukura gömdün, daha sonra  dönüp çıkarmak üzere…

ve o sırada bir de sevgili arkadaşına rastladın. Şaşırdın, şaşırmamalıydın; kim buraya koşa koşa gelir desen akla ilk o gelirdi çünkü. Daha pek çok tanışma ve karşılaşma arasında yol alırken her bir çalışmadan sonra zihninde bir virgül attın.
Devrim Erbil’in  'İstanbul’a Dokunmak' adlı canlandırmasında ekrandan yükselen beyaz kuşlardan birini havada yakalamışsın meğer, yokuş başında durup göğsünden çıkardın. Onu severken sen de kente dokundun.

İyidir noktasızlık…

14 Kasım 2011 Pazartesi

ADANIN DAVETİ, SARIŞI...



  

  
Ada şimdi alınan, hiç verilmeyen soluk.
Çiçekler, kediler, çiçekli kapılar, kedili sokaklar arasında... Değilsin, onların içindesin.
Ada Yin Yang. Ebediyette sınırlanmışlığın  huzurlu ışığı...

Kentte geçtiğin sokaktan bir daha geçmeme olasılığın yüksek. Adadaysa seçtiğin yoldan derhal dönebileceğini
biliyorsun.
Oturduğun taşta yine soluklanacaksın.
Her bir taşı ezberlemekle birlikte içinde macera nabzı.
Adada başladığın yere geri dönebilmen ne mi hissettiriyor? 
Çağın savaşının tam tersini… Tüketmiyor ve kaçırmıyorsun.
Hızsız ve kaygısız... Zamanı kaçırıyorum duygusu, denizin uçsuzluğuna gönderdiğin kağıttan kayıkta. 
Ve sen bakarken kayığın ardından, bağlantısızlığın adı yalnızlık değil, bütünlük...
Sukûnet seni davet ve ikna ediyor.
Kara sarıyor, su kavrıyor…  



 

28 Ekim 2011 Cuma

"BİR DE BAKTIM YOKSUN" üzerine... Sesler Unutulmaz (Yekta Kopan yazsa…)


  “Bir hikâyenin ya da romanın kahramanı olsam, şu yaşadıklarım kurmaca bir metnin bir sayfasına yazılanlar olsa, sevdiğim bir yazarın yarattığı karakter olsam ne derdim şu anda, ne yapardım?”
   Şimdi ben Yekta Kopan’ın yazdığı öyküde bir karakter olsam, onun öykü kitabı “Bir de Baktım Yoksun” için ne derdim şu anda, ne yazardım? Hadi…
   “Bir De Baktım Yoksun”un ilk öyküsünü okurken bir de baktım ki dura düşüne sayıyorum. Neyi mi? Şimdiye dek kaç ev değiştirdiğimi…
   Ben ilk öyküdeki kişinin bağımsızlaşmasıyla “kaç ev değiştirdiği bilgisinin yazar tarafından verilmesi” arasındaki metaforik bağı çözerken “oyun” düşünceme sızdı. Kendime döndüm. Artık onun evlerini bir kenara bıraktım, kendi evlerime bakıyorum. 
   Özgüven ve özgürleşme düşünceleri yollu yorumlarını dinlerken bağımsızlaşmanın pençesindeki adam ve  babasının yanlarına oturup laf yetiştiriyorum onlara. Beynimin yılankavi kıvrımlarında aynı onun oynadığı gibi yazar-yazılan oyununa bir öğe daha katıp “yazar-okur-yazılan” üçgeninin parçası olarak naif, mütevazi, ama yüksek sesli ve kararlı adımlarla bir hesaplaşma evrenine giriveriyorum.
   Oysa hayatın hareketi içinde bu sorular çoğu zaman aklımıza gelmezdi bile,” diyor. İşte tam da ufak ufak birleşip bütünü oluşturan, hayatı oluşturan bu macerayı meydana getiren öğeler için söylüyor. Ama yaratısı öyle bir noktaya geliyor ki onun öyküleri –aynı hayatın sığdırıldığı gibi- tek bir an oluyor, tek bir ses. Tüm bir kitabın içine yayılan bir ses.
   Oğuz Atay, “Hayatım ciddiye alınmasını istediğim bir oyundu,” der. Yekta Kopan da bu oyunu kuruyor yıllardır yolculuğunda. Kurmacanın, hayatı anlaşılır ve yaşanır kılmaya yarayan bir zihin oyunu olup aklın karanlık duvarlarında sözcüklerle ve gündelik hayatla oynanan bir köşe kapmaca olduğunu gösteriyor. Bir çocuk nasıl oyunla öğrenirse hayatı, biz de hâlâ ve daima büyümekte olduğumuza göre oyun kurmacanın ayaklarından belki de en sağlamı.
     Böyle anlamlandırıyoruz, çünkü hayatta her şeyin bir anlamı olmasa da hayatlarımızı anlamlı kılmak için kendi kurmacamızda bir tutarlılık yakalıyoruz. Her şeyi anlamlı kılmanın yolu bu.
   Borges'in “Rastlantı dediğimiz, nedenselliğin karmaşık işleyişini bilmememizden başka nedir ki,”diyerek belirttiği gibi kurmacada da her şey  rastlantıdır, ama yaşananların nedenselliğidir aslolan. Temsili bir biçimidir.
  Başka bir öyküde “O”, annesini takvim fotoğraflarında görülen, insanın içini ısıtan hayvanlara, uyuklayan bir kedi, fıstık yiyen bir papağan, yavrusunu yalayan bir kaplana benzetir. “Neden oynuyorum bu oyunu? Onu sadece annem olarak sevmeyi başaramıyor muyum? Hayatı sadece yaşayıp gidemiyor muyum?”
   “O”na bağırıyorum: “Hayır gidemiyorsun, çünkü hayatın ancak Yekta Kopan seni yazarsa anlam kazanıyor, kendi hayatı ve benim hayatım da…”
   Hemen arkasından, “Ama kimi zaman hesap yapmamalı insan, okun yaydan nasıl çıktığının farkına bile varmamalı,” diyor ya işte bunu sonuna dek yapabildiği yer, kurmaca dünya. Okun yaydan çıktığı, dilediği yere saplandığı ve hayatın doğal ritmini, hesapsızlığını özlediği bir yer.
    

    Babanın devamı mısın? Peki ya edebi murislerinin?

   “Kurmaca üstünden gerçekliği anlamaya çalışmak, genetik sürekliliğimizin önemli bir parçasıydı,”demesi ve aynı zamanda her öyküye epigrafla başlamasıyla, sadece bu tercihle bile bir şey gösteriyor. Öyle ya… Kitaplara ve hatta her öyküye epigraflarla başlıyorsak bir önceki nesil de pekâlâ bizim epigrafımız olabilir, değil mi?  Bu yüzden de öncüllerinden epigraflarla giriyor tüm öykülere.  Edebi murislerini selamlıyor.
   Cortàzar, Andre Fava’nın Güncesi’nde der, “Yaşanmış olanın, gündelik olayların yakınlığına gereksiniyorum.” Kopan, günlük hayatın kodlarından yola çıkıyor. Temsili biçimin mekanını da yürüdüğünüz İstanbul sokakları oluşturuyor.
   Ne mi düşünüyorum o gidip de kokoreç yerken, Radyoevi’nin önünden geçerken: Onun da benim kopyam olduğunu… Aslında herkesin birbirinden kırpık kırpık keserek oluşturduğu bir kolaj bu kent hayatı. Bu durumda, çoğalma sadece öncüllerimiz için değil, yandaşlarımız ve ardıllarımız için de geçerli. Hepimiz bir “karbon kopya”… İşte, o gündelik olayların yakınlığına olan gereksinim karşılanıveriyor.
    Hayatın doğal ritmini yaşaması için “O” kendini tanımalı. 2003 yapımı belgesel My Architect’in alt başlığı 'Bir Oğlun Yolculuğu' olarak geçer. Belgeseli çeken Nathaniel Khan’ın  babası ünlü mimar Louis I. Kahn, 25 yıl önce, Nathaniel daha küçük bir çocukken ölmüştür. Çocuk büyümüştür. Babasını bulmadan kendini bulamayacağına inanarak onu ve onda kendini aramaktadır. Çok güçlü bir metafor içerir filmin adı. “Yıllar boyunca babamın hayatının görmeme izin verilen o küçük parçasıyla yetinmeye çalıştım. Ama yeterli değildi. Onu tanımam, gerçekte kim olduğunu öğrenmem gerekiyordu.” Oğul yolculuğa başlar. Yekta Kopan’ın öykülerinde de bu kurmaca anahtarını görüyorum. Oğlun ancak babası öldükten sonra girdiği hesaplaşma…
   
   Hayat akıyor. Evet, herkes birbirinin devamı ama aynı zamanda bu tek kişilik bir macera, değil mi? Kolajla oluşan o çocuk ne mi oluyor? O da bir baba oluyor, başka bir öyküde karşımıza farklı bir adla çıkıyor ve o da çocuğunda devam ediyor.
   Okurken siz “O” olacaksınız, çünkü “O” çok kolay bir başkası olup onun üzerinden kendini tanımlayabiliyor. Çünkü “O” daha önce de “İçimde Biri Var” dediği gibi sizin onun içine girmenizi sağlayabiliyor. Bunu da kurmacanın en güzel, en oyunlu formuyla yapıyor.
   Ayrı ayrı her öykünün bir benliği olsa da tüm bir hayatın tek bir anda saklı olması gibi belki de çok da tarif edemeyeceğiniz gibi bir sesi var. Ses için ne diyebilirsiniz? “Güçlü, yüksek, alçak, davudi…” dersiniz, taklit de edebilirsiniz. Ama aynısı değildir. Unutulmaz. Onun karakterleri de baba sesini unutamıyor bir türlü. Babasının sesini unutmayan karakteri gibi babasının üzerinden kendi devamlılığını sorguluyor. Yolculuk, babasının ağzından söyletmeye çalıştığı sözlerde gizli. Aslında onun söyleyemediği sözü söyleyerek önce onu yaratacak, sonra kendisini. Kendisi onun kopyası olacaksa, önce aslı iyi yaratmalı.
  
    Kurmaca ile gerçeklik arasındaki paralelliğe geçilen köprüleri kurup okudukça anlaşılan ve anlam kazanan hayatlarımıza dönüyoruz. “İnsan kendi hayatını bile ancak iyi bir hikâyede okuyunca anlayabilir.”  
   Kesinlikle…



Virgül'ün Kasım-Aralık 2009 sayısında yayımlanmıştır.
 Bu, Virgül'ün son sayısıdır.



15 Ekim 2011 Cumartesi

TOMRİS UYAR'IN ODASINDA (Bir Esin Yazarı)

  
Bilgisayarımda “yazar odaları” adlı bir fotoğraf klasörü var. Yazarların hayatının, günü yaşayışlarının, o büyülü katharsisin solunduğu yerin benim için her zaman garip bir çekiciliği oldu. Tomris Uyar’ın odası da gündökümleri…  
   “Aslına bakılırsa ev kadınlığından, annelikten kaytarılarak, ev zamanından çalınarak yaratılan ürünleri ille de saygın bulamıyorum. Gelgelelim tavaların yağlarını sıyırıp tıkalı muslukları açarken yitirdiğimiz zaman hiç de az değil…. O iki santimetrekarelik özgürlük alanı şart,” satırlarını “vaktimin yarısını geçirdiğim” dediği mutfaktayken okuyorum ve onu çok iyi anlıyorum. Tabii ki kurmaca ile gerçeklik arasında hem bir bağ hem de büyük bir farklılık vardır. İşte “bulunması gerek” dediği o ara yolu, ev, çocuk, eş, günlük hayat ve yazma arasındaki dengeyi, gündökümü dediği günlükleriyle bulmuş Uyar.
   Semih Gümüş, Virginia Woolf için, 'Kadın kişilerine kendi duyarlığından kattıkları görmezden gelinemez,” der. Woolf da Uyar gibi günlükle hayatını dengelemiş bir yazar. Hayatlarındaki dengeyi hem kurmaca hem kendi günlerini yazarak sağlayan, kendileriyle günlükleri aracılığıyla hesaplaşan iki kadın yazarın okura gerçek hayatı sunmaları ile duyarlığın yansımalarını birebir göstermeleri biz okurların şansı… Yazarların odalarının fotoğrafları bu günlüklerdir işte.
   Uyar, gündökümlerinden birinde kadın yazarlara duyulan ilginin nedeni olarak kadın yazarların yazmaya epey hazırlıklı olarak yazmaya başlamalarını gösterir. “Yazmaya karar verene kadar bir hesaplaşma yaşıyorlar kendileriyle. Bu nedenle yazdıkları daha açıksözlü oluyor.” Erkekleri daha ketum buluyor. “Özellikle erkek yazarlar ise özel yaşamlarını çocuksu zenginliklerini ha bire kaçırıyorlar okurdan,” diyor.
   Yazarlar için düşündüklerinin izdüşümünü öykülerinde de görmek heyecan verici. “Ayılmıştı.” Sizce bunu bir kadın için mi söylemiştir, erkek mi? Tabii ki bir kadın karakter… Çünkü onun öykülerinde genelde kadınlar ayılır.  
  
   Ama hangi kadınlar? “Sevecen bir erkeğin karısı olma dışında…. Öteye gidemedi.” İşte yaşadıklarının bilincine varıp iyi ya da kötü, her geleni, dürüstçe karşılayabilecek kadınlarla bunu anlayamayacak olanların farkı da budur zaten: Öteye giden ve gidemeyen kadınlar… Aynı kendiyle hesaplaşıp yazının başına oturan ve kendi duyarlığını kurmaca karakterlerine aktaran kadınlar gibi…

  Erkeklerse onun öykülerinde yaklaşırlar ayılmaya, ama çoğunlukla ne kadar anlamaya çalışsalar da anlayamaz ve geri çekilirler son anda. O yüzden “cam göbeği aşılarla renk değişimine uğramış kağıtımsı karanfiller götürürler evlerine.” “Akvaryumun uğultusu içinde dönüp duran kırmızı balıkların” yanına dönüp güruhun içine girerler.

   “Ayşe Haklı”da eski koca anlamaya çalışır ayrıldığı Ayşe’yi.  Bir göktaşının dünyayı teğet geçmesi gibi sürekli olarak anlamanın menziline girer, ama bir türlü çarpamaz, o dünyayı yok edemez.
   Vurucu bu! Yabancılaşma, dahil olamama, erkek yazarlar için söylediği “kendi hayatını açıklıkla anlatmama” halinin kurmaca karaktere yansıması... Aynı öyküde “Diyelim ki o şey – her neyse- başta vardı,” der. İşte anlayamadığı o “şey”dir kocanın. Şey, ama ne? Şey, zaman zaman tanımlamaktan korktuğudur, zaman zaman da anlamadığı… Bu nedenle bir başka öykü kitabının adının da “Aramızdaki Şey” olması olağan, yerinde ve tamamlayıcıdır. Ancak kendiyle hesaplaşanlar ötekini de içtenlikle anlayabilecektir, öyle değil mi? Gümüş’ün bahsettiği duyarlığının temelinde de kanımca empati yeteneği yatar. Çünkü empatiyi belirleyen de o “aradaki şey”dir. Onun karşı tarafça nasıl algılanabileceğini düşünebilmek…
   Önyargı sahipleri empati yapamazlar ve iletişim becerileri yoktur. Yazar, “Önyargıların aşılamama halleri”ni öykülerinde anlatırken günlüğünde de sorar kendi kendine:  “Bunu yazmam neyi değiştirdi? Yani bir okur bunu okuduktan sonra bir kıpırtı duydu mu içinde, bir titreşim, bir serinlik?”
   Çok şeyi değiştirdiğinize emin olun. Hem de nasıl bir serinlik! Günlüğünüzde anlattığınız gibi Sevgili Uyar, “Bu sabah Mozart ve Viyana valsleri eşliğinde, bol güneş-ışıklı suda çamaşır yıkadım. Bahçe hortumu ısınmış, leğendeki sabun hemen köpürüyor. Dayanamadım, hortumu başıma da tuttum sonunda. Suyun yorgun, uyuşuk bedenin üstünden çağlayarak akması, duyarlı noktaları bulması, hepsini eşit bir diriliğe getirmesi!...” İşte bir öykücünün hayatı yaşayışı böyle olur! O hortumdan akan suyun altında durduğunuz ve bunu anlattığınız için sizin odanızda olmak istiyorum… 


Kitap-lık'ın TOMRİS UYAR dosyasında yayımlanmıştır.

10 Ekim 2011 Pazartesi

HEMINGWAY'İN VE WOODY ALLEN'IN PARİS'İ (Zincirin Büyülü Halkaları)

Ernest Hemingway, A Moveable Feast adlı kitabında Paris’te geçen günlerini anlatır. Paris’in kafelerini, yakın dostu Gertrude Stein’ı, bu müthiş şehirde geçen her sıradan ânın bile ne kadar olağanüstü hissettirdiğini…




Woody Allen da Midnight in Paris’te Owen Wilson’dan yarattığı genç, her zamankinden daha az nevrotik, belki daha heyecanlı ve heyecan verici bir Woody sayılabilecek karakteri Gil ile Paris düşü yaratıyor.
Film herkesin Paris’iyle açılır. Açık havada, güneşin üzerine asılı kaldığı, pırıl pırıl bir Paris. Belli ki güneşli Paris görüntülerini izleyen seyircilerin özlem ve zevkle gülümsemelerini ister yönetmen. Film ilerledikçe Gil ile nişanlısının beklentilerinin ne denli farklı olduğunu görürüz. En çok ihtiyacı olduğu anda, Külkedisi masalındaki gibi çanlar geceyarısı için çalarken gelen atlı araba ile Gil’i kendi altın çağı olarak gördüğü 1920'ler'e götürür. Yazar Gil’i şaşkınlığa düşürecek olansa tanıştığı kişilerdir: Hemingway, Scott Fitzgerald, (A Moveable Feast’te adı çok geçen) Gertrude Stein (ki Kathy Bates enfes iş çıkarmış), Bunuel, Dali (bir kısa ve harika performans da Adrien Brody’den)…
Güçlü bir nokta var tam burada. Woody Allen bu dünyanın var olduğunu söylüyor. Gerçeküstünün gerçek olduğu yer Allen’ın sineması. Burada gerçeküstü, bir realite. Eğer yönetmen bunun fantastik, hayali, gerçek olmayan bir dünya olduğunu ve bir fantezi olduğunu iddia etseydi Gil'i arayan dedektifi de o arabaya bindirip saraylarda kaybettirmezdi. Allen, eski kara mizah anlayışını gerçeküstünün realize edilmesi temasında sürdürürken konu, mekan ve diyaloglarda daha pırıltılı bir sinema yaratmak istiyor.
Herkesin Paris’iyle başlayan film, Gil’in hep arzu ettiği yağmur altındaki Paris’le son bulur.  Gil gerçekten düşe kaydıkça kendini bulur. Hep hayalini kurduğu yağmurlu Paris sokaklarında bırakırız onu. Tüm bu macera onun kendi Altın Çağ'ını yaratmasını sağlamıştır.
Filmi izledikten sonra Woody Allen okumak istedim.  Eğrisi Doğrusu‘yu (Siren Yay, çev: Garo Kargıcı) okuyordum ki Sanem Sirer, Woody’nin bu filmi yaparken sözkonusu kitaptaki ‘Yirmili Yıllardan Bir Anı’ adlı öyküden yola çıktığını belirtti. Derhal okuduğum ve ilk kez 71’de yayımlanan öyküde de yazar, Hemingway, Picasso, Fitzgerald, Gertrude Stein’la karşılaşıyor. Heyecan verici olan, öykünün yıllarca sonra bir film olarak karşımıza çıkarak hayatın ve yaratılanların bir zincir oluşturduğunu açıkça göstermesi...
Üstüne üstlük filmde önemli bir yeri olan ve belli ki onun üzerinden aktığı aşikar Heminway’in de İhtiyar Balıkçı ve Deniz adlı romanını, yıllarca önce aldığı bir notu çekmecede bulması sonucu yazdığı düşünülürse…

Benim için zincirin büyülü son halkası… Uzun yürüyüşleri sırasında Gil, ikonik kitapçı Shakespeare and Company’den çıkar.
Hemingway’in elimdeki A Moveable Feast adlı kitabı nereden mi alındı?





4 Ekim 2011 Salı

BAŞIMDA BİR KOZA

 İnsanın birine aşık olması için/yeter ki kalabalık olsun/ve ben o kalabalıkta çeşit çeşit renkte boyda ve de millette insanların arasında… bütün insanlar orada geçmek zorunda kalsınlar ben de onların arasından o adamı seçeyim.   
SEVİM BURAK, AFRİKA DANSI   

   Alışkanlıklar yirmi bir günde oturur, derler. Bana on dört gün yetmişti.
   Tatillerim yıllardır keşif, kaçırmamak ve geze geze kendimi at gibi yormak üzerine kuruluyken adına tatil bile denmez bu on dört günlük kayboluşun sonunda… Ne demeliyim?
Rahatlamıştım, tazelenmiştim, kendimden geçmiş ve bu sayede belki de, kendime gelmiştim. Lobiye iniyor, kadife, ağır koltuklardan birine oturuyor, kahvemi söylüyor, kitabımı okuyordum.
   Dört bir yan enfes aydınlatmalarla doluydu. Her seferinde gözüm birine takılıyor, elimde fincan, uzun uzun onu seyrediyor, sonra bir diğerine dalıyordum. Gün batımını izlerken duyduğum huzuru, ışığı kısık kısık yayan, kapalı, saklı ışık kozalarını seyrederken de pekala duyuyordum. Şehir çocuğu olmanın avantajı da bu olsa gerek….
  Kahve ve yerfıstıklı pralinler eşliğinde geçen bu odaklı dakikalar gün ortasında yapılan şekerlemeler gibi rahatlatıyordu beni.
   O gün de tüm bu ritüelleri teker teker yaşarken ekru kumaşın içinden süzüle süzüle yanıma gelen flu ışık, yoldaş bir evcil hayvanmışçasına kucağıma kuruluverdi.



Sessizlik Hintli, büyük bir grubun girmesiyle yerini ufak bir kaosa bıraktı.  Göz alıcı ışık, görüntü ve ses cümbüşünde sönmüştü sanki.  
   Algı nasıl da diğer duyumların şiddetine göre değişebiliyor...
   Ses, aydınlığı hapseden bir örtüye dönüşebilir mi?
   Koku, sesi bastırabilir, tat dokunuşu yok edebilir mi?

   Defterim ‘yoldaş ışık hayvanı’nı kovdu, kucağıma oturdu, el mecbur, başladım yazmaya.     
   Başımı kaldırdığımda kalabalığın arasında onu gördüm.
   Hintlilerden değildi. Onların arasında bir yer bulmak yerine kenara çekilmiş, belli ki gürültünün geçmesini bekliyordu.
   O da küçük bir Moleskine çıkardı. Yazmaya başladı.
   Ona bu çekici etkiyi veren güçlü özelliği ne? Sarı saç, yanık ten? Ağır bir duruş, ama hafif, üzerinde tiril tiril uçuşan giysiler? Hayır, bunlar tam olarak onu tanımlamıyor.
   Birine benziyor. Yüzü değil etkisi…
   Kim?
   Evet ya, Robert Redford bu… Ne ilginç, ‘sarışın ama yakışıklı’ referansımın çocukluğumdan gelen, o zaman bile yaşlı kabul edilebilecek bir aktör olması… Bu da mı şehir çocuğu olmanın etkisi… Annemle izlediğim TRT salı gecesi filmlerinin… Başımı öne indirmiş olsam da gözüm görmeye devam ediyor sanki. Onu, defterimin beyaz sayfalarında izliyorum.
   Bir an başını kaldırdı, bakışımı kaçıramadım. Belki loşluktan, belki herkesin yavaş hareket etmesinden pastel bir halenin içine giriyorum.
   En loş aydınlatmanın altında, elinde defter bana bakıyor. Yüzüne hapsettiği ışıkla gülümsüyor. O anda hiç yapmadığım bir şey yapıyorum. Ben de gülümsüyorum. Süreksiz ve hızlı, ama gülümsüyorum işte.
   Derken resepsiyonist kız, “Buyrun beyefendi,” diye ona sesleniyor. Bakışımı görmelisiniz,  kıza kan kusuyorum. Başımı yine eğerken göz ucumla onu takip ediyorum. Bir anda ayağa kalkıyor, Hintlilerin yoğun trafiğinde yok oluyor.




Kaybettim. Bugün, yarın, öbür gün odadan bahaneler uydurarak defalarca kere çıkarken aslında onunla karşılaşma umuduyla dolu olacağımı biliyorum. Defterime dönüyorum ki onun, karşıda duran siyah deri koltuğun yanından bir şey aldığını fark ediyorum. Küçük bavulunu almak için dönmüş. Yanından geçen garson kıza, “Restorana benim için rezervasyon yaptırır mısınız,” diyor.
   Ayakta olduğu için aramızdaki mesafe azalmış görünüyor. Konuşacak benimle. Leyleklerin göç mevsimini anlaması gibi…
   Kafamda seksen kere tekrarlayacağım, her bir sözcüğe çengel atacağım o kısa konuşma az sonra…
   “Burada yemek salonu üst katta herhalde.”
   “Evet, ben de birazdan orada olacağım.”
   “Tamam, görüşürüz o zaman…”
   Parmak uçlarında yükselmiş heyecan saklanmıyor.
   “Yeriniz ayrıldı,” diyor kız.
    Yeri ayrıldı.
   Tabii ki gülen yüzümü toplayamıyorum. Garson kız yandaki konsola bir koca vazo dolusu petunya bırakıyor. Bir anda yumuşak, sade ama güçlü bir petunya kokusuyla dolu içim dışım. Gülüşümü tebessüme indirmeye çalışırken o, odasına çıkıyor.

   Elimde defter, yanımda aydınlatma, biriyle sevişeceğimi ilk kez tanıştığım anda anlıyorum. Az şey mi?
   Bu, izlediğimiz filmlerden biri olsa annem “Kıza bak şimdi, ne yanlış yaptı,” der, yan gözle de mesajı almış görünüyor muyum, diye bakardı.
   Hintliler de odalarındalar şimdi, o da odasında… Geceye hazırlanmak üzere odama çıkarken yukarı bakıyorum. Bir koza başımda…
  


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...