6 Aralık 2013 Cuma

Malina ve Mandela... Bir gün gelecek...


'Bir gün gelecek, insanların siyah ama altın gibi parlayan gözleri olacak; onlar, güzelliği görecekler, pisliklerden arınmış ve tüm yüklerden kurtulmuş olacaklar, havalara yükselecekler, suların dibine inecekler,, sıkıntılarını ve ellerinin nasır bağlamış olduğunu unutacaklar. Bir gün gelecek, insanlar özgür olacaklar, bütün insanlar özgür olacaklar, kendi özgürlük kavramları karşısında da özgür olacaklar. Bu, daha büyük bir özgürlük olacak, ölçüsüz olacak, bütün bir yaşam boyunca sürecek...'. 

Hayat...
Gözbebeğimiz Ingeborg Bachmann, Malina'da bu satırları yazmış olacak.
Bir gün gelecek,
Mandela gidecek...
Aynı, özgürlük mücadelesi gibi akılda kalacak gülümsemesiyle dolu fotoğraflarına bakarken Malina'nın özgürlük satırları çıkagelecek...  


'Bir gün gelecek, insanlar savanları ve bozkırları yeniden keşfedecekler, uçsuz bucaksıza açılıp köleliklerine bir son verecekler, hayvanlar yükseklerdeki güneşin altında insanlara, artık özgür olan insanlara yaklaşacaklar, ve dev kaplumbağalar, filler, bizonlar birlik içerisinde yaşayacaklar, ormanların ve çöllerin krallıkları, özgürlüklerine kavuşmuş insanlarla birleşecekler, aynı kaynaktan su içecekler, arınmış havayı soluyacaklar, birbirlerini parçalamayacaklar, bu, başlangıç olacak; bütün bir yaşamın başlangıcı...'




06.12.2o13

(Ingeborg Bachmann, Malina, YKY, 2012, s.113)

13 Kasım 2013 Çarşamba

Sanat Eserlerinde Sahtecilik: Adli Bilimler Sempozyumu'nda, Cer Modern'de konuşacağız



MoMA’nın eski yöneticisi Thomas Hoving, "Sanat piyasasının en üst segmentinin tahminen %40’a varan oranda sahte eserlerden oluştuğunu," söylüyor. %40!
X.Adli Bilimler Sempozyumu 14-16 Kasım 2013 tarihleri arasında Ankara Cer Modern'de yapılacak.
Bu sene sempozyumun konusu, "Adli Bilimler ve Sanat."

15 Kasım 2013 tarihinde de Sanat Eserlerinde Sahtecilik'i konuşacağız.

13:30 – 15:00
SANAT ESERLERİNDE SAHTECİLİK

Oturum Başkanları:

Prof. Dr. Erdem Özkara (9 Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp AD)
Prof. Dr. Kemal Özmen (Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı)

Konuşmacılar:
Prof. Dr. Hüsnü Dökak (Hacettepe Üniversitesi Sanat Müzesi Müdürü)
Prof. Dr. Sacit Pekak (Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölüm Başkanı)
Av. Pınar Sönmez (Fikri Mülkiyet ve Sanat Hukuku)
Özgen Acar (Gazeteci) Raffi Portakal (Antika Sanat Eseri Uzmanı)

Programın tamamı burada:

http://www.adlibilimlersempozyumu.com/program.html

Sempozyumu hazırlayanlara şimdiden teşekkür ederim, ne kadar sıkı çalışma içinde oldukları her adımlarından belli.
Ellerine, akıllarına sağlık...

11 Kasım 2013 Pazartesi

Yekta Kopan'ın Yazısına Mektubumla Misafir Oldum, Milliyet Sanat'ta



“Sanat Hukuku hakkında ne biliyoruz?”

Yekta Kopan, Milliyet Sanat’ın eylül sayısında, Noktalı Virgül köşesinde bu kritik soruya yer vermişti. Kutluğ Ataman'ın yaşadığını belirttiği Arter deneyimine ters bir hukuki deneyimimi blogumda dile getirmiştim. 
http://pinarsonmez.blogspot.com/2013/08/arterin-koc-vakfnn-sanat-hukukuna.html

Kopan'ın önemseyerek eylül yazısına aldığı  satırların ardından bu başlıktan gitmekte fayda olduğu kanısı gelişti.
Bu nedenle, ülkemizde Sanat Hukukunun başlıkları üzerinden bir yazı kaleme aldım.

"Sanat Hukukuna bakış ile hukuka bakış farklı yönlere düşmüyor. Hukukta hakkaniyete, hak aramaya, hakkını vermeye nasıl bakıyorsanız Sanat Hukukunda da bu böyle..."

Söz konusu mektupta
devlet politikası,
sanat piyasalarının hak ve hukuku kavrayışı,
sanatçının hak arama iradesi başlıklarından yola çıktım.

Bu önemli ve fazla el değmemiş konuya ilgisinden dolayı Yekta Kopan’a teşekkürler.

Dediği gibi, “Öncelikle bir bilgilenme ve bilinçlenme döneminden geçmek zorundayız.”

1952'de yürürlüğe giren kanunda öngörülen kararnamenin 2010'da çıktığı bir ülke... 
Faturalandırma ve belgelendirme sorunları yüzünden aranamayan haklar...
Fikri mülkiyete konu mali hakların ihlali halinde rayiç değerin 3 katı oranında alınabilecek maddi tazminatın bilinmemesi...

Bu ay Milliyet Sanat’ta, Yekta Kopan’ın Noktalı Virgül sayfalarında…
'Sanatçı "korunmalı" denilerek korunamaz.'







18 Ekim 2013 Cuma

Audrey Hepburn Etkisi



Orhan Pamuk, "Güzel bir resim, bir hikayeyi zarafetle tamamlar," demişti Benim Adım Kırmızı'da. "Audrey Hepburn Sihri" de resimle olmasa da, Tiffany’de Kahvaltı fotoğraflarıyla tamamlanıyor hâlâ...

Audrey Hepburn'un zarafetinin etkisi, kendinden emin bir tutum ve güçlü içerik üretimiyle tamamlandığı için de bu kadar canlı...

Audrey'nin hayatının, '50'lerin başında Colette'le tanışmasıyla değişmesi, hem sinema, hem edebiyat için ilginç bir bilgi...

Colette öyle etkilenir ki, Broadway'de sahnelenmek üzere yazdığı Gigi'de onun rol almasını ister.

Her şey böyle başlar...
ve zarafetle kalır...

5 Ekim 2013 Cumartesi

Tesadüflere Devam....

Bitmedi.
Bitmemiş.

Sen Aydınlatırsın Geceyi filmekimi gösteriminde sevgili Haşmet Topaloğlu ile karşılaştık, uzun uzun sohbet ederken yazılara geldi konu. Bu sabah Celal Kadri Kınoğlu ile ilgili bir yazı girdim bloga, dedim. Nasıldı, diye sordu, ilgilenmişti. Anlattım, tesadüflerin ne acayip bir hayat türü olduğundan bahsettim:

http://pinarsonmez.blogspot.com/2013/10/celal-kadri-knoglu-ile-sabah-sohbeti.html

"Hiçbir an tamamlanmıyor. Her an hücreden alınıp eklemeler yapılması, katlar çıkılması, iskeleler çakılması için rafa kaldırılan gerçeküstü bir hayat maketi..."
Gülümsedi.
"Ne oldu," diye sordum.
Dedi ki:
"Kadri benim kuzenim."

4 Ekim 2013 Cuma

Celal Kadri Kınoğlu ile Sabah Sohbeti



Geçtiğimiz günlerde bir karşılaşma, Zweig’vari yıldızın parladığı anları, Auster’vari tesadüfün mânâsını barındırıyordu.

Celal Kadri Kınoğlu ile tanışıp sohbet edeli yıllar olmuş. O uzun sohbette Oscar Wilde'ı konuşmuştuk, "Wilde’ın hayatını yaz," demişti, "onun hayatını oyunlaştır." Gönül vermedim böyle bir yazıma, ama hiç de unutmadım. Bir sabah karşılaştığımızda neşelendik, neler yaptığımızı anlatıyorduk ve Kınoğlu dedi ki, 'Oscar Wilde oyunu var, ona hazırlanıyoruz.'

Gözlerim faltaşı gibi açıldı…Yitip gitmemiş heves ve azim, çok bir önemsediğimiz "zaman"ın yolunu kesen ufku açık ve upuzun bir yoldu işte.

Sürecin hem yapıtaşı hem sonucu insan. Eğer istiyorsa… Bu hoş şaşkınlık, güleryüzlü inancın sağlam gücüneydi.


Hayatın aynı edebiyattaki gibi 'anlatma göster' dakikalarından biri, değil mi?  

Daldan dala sohbete devam ettik. “Hayatım boyunca izlediğim belki de en sevdiğim oyundu Kır,” dedim. Kınoğlu'nun da rol aldığı, Crimp'in üç kişilik bir oyunuydu. “Kırk beş oyunda oynadım, en sevdiğim oyundur,” dedi. Kır’ı hatırladık birlikte. O, sahnedeki Celal'i hatırlıyordu, ben koltuktaki Pınar'ı. “Çok da zordu, çünkü sıradan bir adamı canlandırıyordum, Kevin Spacey çok iyi canlandırır böyle adamları, benim için zordu, ama oldu sanırım,” dedi. Elbette olmuştu, harika olmuştu. Ülkü Duru, Berlin’de izlemiş de önermiş zamanında. İyi ki..



Bir sonraki sohbete dek ayrılmak üzereyken konu hâlâ tiyatroydu, “İşte benim olayım da bu, yaşamak. Oynarken yaşıyorum,” dedi. Yazarken aldığım taze solukları düşündüm. Anladım...

İnsan böyle. Her an hafızada bir dosyaya ayrılı, aynı bilgisayar gibi. Hiçbir an tamamlanmıyor. Wilde, Kır, Kınoğlu… Her an hücreden alınıp eklemeler yapılması, katlar çıkılması, iskeleler çakılması için rafa kaldırılan gerçeküstü bir hayat maketi...

13 Ağustos 2013 Salı

Arter'in (Koç Vakfı'nın) Sanat Hukukuna yaklaşımının tarafı ve tanığı olarak..

Kutluğ Ataman ile yapılan söyleşiyi okudum bu sabah.

Arter'in saygınlığı ile ilgili satırlara geldiğimde ise bir durdum.

Hemen belirtmek isterim ki, "Arter'in saygınlığını kaybettiği" bahsi ve benim deneyimim birbiriyle tamamen tezat.

Deneyimdir, işarettir, paylaşmak gerekir.

http://haber.stargazete.com/magazin/sanat-camiasindaki-ergenekona-artik-uyanin/haber-780844

Yakın zamanda ülkenin en önemli sanatçılarından biriyle Arter arasında yapılacak bir "eser alım sözleşmesi"ni "sanatçının hakları" açısından ve Sanat Hukuku danışmanı olarak inceledim, çeşitli hukuki önerilerde bulundum. Genelde sözleşmeler taraflar arasında gider, gelir. Arter ise karşı duruşsuz, bu eserle ilgili hukuki öneri ve taleplerin tamamını kabul etti.

Üstelik yetkililer, sözleşme maddeleri için "doğru, tam da böyle olmalı," dediler.

Arter, benim deneyimimde sanata, sanatçının haklarına karşı olumlu ve örnek bir tavır sergiledi.
Sanat Hukuku için önemli bir eğilim, ciddi bir duruş...

Hem de onca sanat kurumunun Sanat Hukukunu kavrayışsızlığı arasında...

21 Temmuz 2013 Pazar

Leyla Erbil'e nasıl veda edilir ki...




Leyla Erbil bana hep yazdırdı.
gidişiyle yazmak durdu.
onu okurum, yine başlar.
kuralsızlaşırım
uçarım konamam
dururum
canlanırım

sorarım
doğarım
doğururum
Leyla Erbil okurum
Leyla Erbil yazarım
yazarım
yaşarım
yazarken ölürüm
ölerek yaşarım
muallakta kalırım kesin
mutabık kalmam zor
soluksuz kalırım
kalan'ım

pınar 21072013



27 Mart 2013 Çarşamba

ZİHİN BOZULUYOR, HAFIZA BOZULMUYOR


“…Hafızamız bir tür eczane, bir tür kimya laboratuvarıdır, elimize tesadüfen sakinleştirici bir ilaç da geçebilir, tehlikeli bir zehir de.”

Proust'un hafızanın yılankavi yollarında neyle karşılacağımızı bilmediğimizden dem vuran satırlarını yeniden okurken masamda geçmiş yıllarda yazdığım notlar da var. Öyküye hazırlık yapan, yola yeni çıkmış bir fikirle karşılaşıyorum: “Sen birinin anılarındasın. Ama o biri senin anılarında yok.”
Hafıza bile adil değil. Kimine ayrımcılık yapıp ön sıralara oturtuyor, kimini salona bile almıyor. Hatırda kalan herhangi bir ânınsa önemsendiği için aklında kaldığı düşünülüyor. Mutlak doğru bu olamaz. Zihnim öyle bir çöplük ki tüm bu çöplerin çoğunu önemsemediğime bahse girerim.
İnsanlığın varoluşundan beri keyif verici maddelerin varlığından söz edilir ya, Proust’un sakinleştirici ilaç addettiği tatlı hatıra, keyif verici bir madde kadar ruhu dinginleştiriyor. Hafıza, insanın bilinç kazandığı, hatırladığı, bir hayatının olduğunu gösteren, ona hayat bahşeden ellerden biri. Akıl kadar, düşünmek ve sevmek kadar...

Hafıza sana geçmişini veriyor. Daha garibi, bazen de vermiyor… Bazen de boşlukları işbirlikçi partneri z i h n i n doldurmasına, senin kucağına onun bırakmasına izin veriyor.
Bir hocamla, kanunların böylesine baş döndürücü bir hızla dönüştürülmesini konuşuyorduk geçen gün. “Bana sorarsanız, toplumun hafızasını siliyorlar,” dedi. Unutmadım, kaldırdığım raftan çıkarıp bakıyorum bu söze arada bir. Her "eskiyi külliyen reddeden uygulama"da toplumun yeniden inşa çabasını görüyoruz. Salona alınmayanların ya da salondan kapı dışarı edilenlerin yok olduğu anlamına gelmiyor ki bu... Herkes orada. Kişinin ya da toplumun hafızası başka ellerle yaratılmıyor...

Peki, zihin hafızayla ortak çalışıp duygulara etki mi edecek? Hayatındaki her şeyi olumlu ve işe yarar hale getirmek için uğraşan insanın hafızasının güçlü olması nasıl bir etki yaratıyor? Bazı zaman çok keyifli, çıkarım yapma şansın ve bu çıkarımın doğru olma şansı hafıza sayesinde artıyor. Ama -gerçekleşebilse- en kolaycı erekle yola çıkıldığını düşüneceğimiz ve belki de kaypakça bulabileceğimiz  "hafızayı bile isteye silme"yi ise kimse yapamıyor. 

Zihin bozuluyor, hafıza bozulmuyor...

 

29 Ocak 2013 Salı

"Anlamak yağmursa, anlamamak küldür." Son çıkanlar...


Daniel Frampton’ın Filmozofi adlı kitabı “Sinemayı Yepyeni Bir Tarzda Anlamak İçin Manifesto” alt başlığıyla ve Cem Soydemir çevirisiyle geldi.  Önemli, ifadesi güçlü bir sinema kitabı...  "Filmozofi, film için bir çözüm olmayı hedeflemez; Filmozofi'nin diğer perspektifler ve yorumlayıcı şemaların yanı sıra kullanılması, değiştirilmesi ve uyarlanması gerekir."

Guy Deurscher’in “Dilin Aynasından”ı da tüm sözcükseverleri çekecektir. Sözcüklere dolanmak hassaslaştırıyor.  Sözcükler, dilin düşleri. Haydar Ergülen, "Anlamak yağmursa ,anlamamak küldür," der. Yağmuru izleyenler ve Turgay Fişekçi'nin dergiye neden "Sözcükler" adını verdiğini düşünmüş olanları kıya sıya mutlu edecek...

Latife Tekin İletişim'de. Okuduğum baskıyla hatırlıyorum kitapları...  Sevgili Arsız Ölüm, bu sefer masmavi kapağıyla elimizde. Kitap okunduğu zamanla, atmosferle  basbayağı bir imge haline geliyor bakın. Yeniyi kabullenmek bile zorlaşıyor. Benim için Sevgili Arsız Ölüm'ün mavi bir kitap olmaması bana kalmış. Demem o ki yeni baskı, yeni bir kitap gibi… Bununsa zararı yok, faydası var. Bir kitabın farklı baskıları üzerine konuşmak bile zevke batıp çıkmak...
 
Sevgi Soysal öncüllerimden, "sevgili" yazarlarımdan, satırları öykülerime epigraf olanlardan... "Görmemiş gibi görüyor. Görmemek istercesine görüyor." Barış Adlı Çocuk'taki bu satırlar, aynı zamanda Gölgede adlı öyküme giriş... İletişim’den çıkan "Ne Güzel Suçluyuz Hepimiz!", -Sevgi Soysal İçin Yazılar- ağız tadıyla okunmayı bekliyor...  Derin tahliller, kendi derininize katmak için..
 

Sel Yayıncılık’ın Hayat Okulu Kitapları dizisi merakıma merak kattı. Uzun okumalar, geniş olasılıklar, sonunda bütünlüklü bir kolaj... Kitap projesi oluşturmayı Sel çok iyi bilir zaten.

İyi okumalar...
 

 

23 Ocak 2013 Çarşamba

Ne Övün O Kılıcı, Ne de Öpün...


Mimar Bruno Taut, 1919’da, "Güce tapanlar, güce boyun eğmelidir,” diyor.
Taut, hesapçıları uyarıyor: Övdüğünüz kılıcı öpmezseniz o kılıçla boynunuz kesilir.
Öte yandan,  ifadesinden güç düşkünlerinin bile boyun eğmek istemeyeceklerini düşündüğü anlaşılıyor. Oysa şimdi güce tapanların pek çoğu bunu dert bile etmiyor, öyle değil mi?  
Güç düşkünlüğü de miras gibi aileden çocuğa aktarılan bir davranış biçimi. Onurun, gururun adının geçtiği evlerde böylesine bir güç, değil hoşa gitsin, hor görülür. İnsanın sadece kendi özellikleriyle var olduğu, mevkinin, titrin ve gücün insaniyeti temsil edemeyeceği ve bu nedenle güce tapılmayacağı gün gibi açıktır o evlerde.

Sadece muktedire yaranmak ve yanında olmak için türlü takla atmak zaten kepazelik...  

Ama bakıyorum da bir alt kategori olarak, gündelik hayatta başkasının şemsiyesinden faydalanmayı bir yol olarak kabul eden ne çok insan var, buna takılıyorum... Şuursuzluklarında, kendi akıllarını hiçe sayışlarında diğerlerinden farklarını da göremiyorum ...  

Birinden faydalanmak, bir isimden medet ummak.. Onları görünce tanıyoruz elbette. Ola ki bu güç düşkünü de bir şekilde çıktıysa merdivenleri, şansın  yanında olması, sonrasını değiştirmiyor. Çünkü gerçekler kısa değil, uzun vadede belli oluyor. Laubalilik ve kaypaklık, değer verdiğiniz bir "güçlü"ye bile yapılsa nasıl iticidir ve sizin belki de erken fark ettiğiniz bu hal nasıl da gün gibi çıkar su yüzüne…

Burada da ilginç bir soru var. O güç düşkünlüğünün nesneleri “güçlü”ler, görmezler mi bu yanardönerliği, omurgasızlığı? Sanırım isimleri kalkan edilenler de övgüyü, ağzı köpüklü yalakalığı geri çeviremiyor, bunu da talihin tadına varmak olarak görüyorlar...  Üzücü...
Yine en üst kategoriye, en güçlüye tapınmaya çıkarsak da son söz olsun...
Ne övün o kılıcı, ne de öpün...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...