20 Aralık 2012 Perşembe

"İki Telefon, Öncesi ve Sonrası" Sarnıç Öykü'de...


Edebiyat dergilerinin çarpıcılığı ve anı yakalamasının yarattığı dinamizm hepimize geçiyor. Ne de olsa heyecan bulaşıcı...

Faruk Duman, yazın İnan Çetin’in Sarnıç Öykü adlı bir derginin hazırlığında olduğunu söylediğinde de sevinmiştim. Günler geçti, Sarnıç Öykü, 4. sayıya kadar geldi. Bu sayıda benim de bir öyküm var. "İki Telefon, Öncesi ve Sonrası." Öykü iki epigrafla açılıyor...
 
 

"Kopuk kopuk sözcüklerden anlatılmaz bir tedirginlik büyüdü." 
Tomris Uyar, Dizboyu Papatyalar
"hayatımın neresindeki yaşantıdayım sorarım kendine"
Leyla Erbil, Kalan

Edebiyat dergilerine ve dergi takipçisi okurlara yürekten selam…

23 Kasım 2012 Cuma

Sanatın Eğlence Tadı


Erich Mendelsohn ,1919’da Cassirer’de açılan sergisinde yaptığı konuşmada, “Yeni bir ritim, yeni bir devinim dünyayı ele geçirmekte,” derken dünya sanatınının gidişatını tanımlıyordu. Bugün sanata teknoloji de eşlik ediyor, sanat her materyali ve fikri kullanmayla şekilleniyor.

İşte sergi açılışlarının cazibesi de burada: Eseri, materyali ve fikri sanatçısından dinleyebilmekte...
Geçen seneydi. Cem Dinlenmiş, Galeri x-ist’teki "Not Now/Şimdi Olmaz" sergi açılışında, bir çalışmasını göstermişti.  Baktım, her çalışması gibi dinamik ve yoğun, benzersiz bir resimdi. Ama başka bir şey söyledi Dinlenmiş: "İşte burası," dedi. Resmin ismi o zaman dikkatimi çekti: "Yeraltındaki Galeri". Galeriye baktım, resme baktım, evet plana tamamen uygundu. Resim artık kendisinin yanında bir de fikre dönüşmüştü. Fikirden gelen sanat eserinin fikre geri dönmesiydi bu ve beni yaratım-mekan ilişkisi açısından etkilemiş, eğlencesi saklı bir örnekti artık.


Hüseyin Aksoylu'nun bu sene Art ON'da açılan "Ağırlık" sergisinde ise çok ilgi çekici bir enstalasyonu vardı. Aksoylu, videonun, "aslında yükseklik arttığı için paniğe kapıldığımız, bu panik ve denge kaygısının yaşamsal bir denklem olduğunu göstermek üzerine kaydettiğini," söylemişti. Aşağıya ağ germelerini önermelerine rağmen zaten anlatmaya çalıştığı düşüncenin tam da bu olması nedeniyle ağ germediğini söyleyince ona hak vermiş ve önermesini belki de daha iyi kavramıştım. Düşündürmüştü beni...

Fikirden tutun malzemeye kadar öğrendiğiniz her şey zihninizde o eserin ilerlemesi sağlar. Daha rahat, sağlam ve hatta eğlenceli bir yere oturur.

Sanatın eğlence tadını alınca takibe devam edersiniz, bu da derinliğini arttırır. Beyin neden keyif alıyorsa ona yaklaşma eğilimdedir çünkü.

Eserin yapım sürecini ve sanatçının hareket gücünü nasıl tanımladığını öğrenmek yeni bir keyif maddesi bulan beyni daha da çeker sanata, daha da… Takip eder, düşünür, zevk alırsınız…

Bilmek hakim olmaksa eserden alınan estetik haz da pekâlâ -belki de hakimiyet duygusunun etkisi ile- artabilir.

Keyifle söylüyorum ki bana iyi geliyor...


20 Ekim 2012 Cumartesi

Başka Bir Kadın'ın Sorusu: "Ben ne zaman böyle değişebildim?"

Kadın bir sabah uyanır, görür ki aradan on sene geçmiştir.
Artık sevdiği adamla evlidir, çocuğu vardır, eşinin babasının şirketine ortak olan başarılı bir iş kadınıdır ve son on seneye ilişkin hiçbir şey hatırlamamaktadır. Hikayesine yön verecek ve sıradan bir cümle çıkar ağzından: “Hiçbir şey anlamıyorum.” Anladığında da boşanmak üzere olduğu gerçeği, bucak bucak kaçacağı sevgilisinin varlığı, babasının ölümü ve annesinin başkasıyla evliliği tokat gibi çarpar yüzüne.

Başka Bir Kadın (La vie d'une autre)'da diğer kilit cümle de şu: “Ben ne zaman böyle değişebildim?” Kent hayatının hızı ve bu hızda ihmal edilen, ıskalanılan, tadı çıkarılmayan, yabancılaşılan bir hayattır elde olan. Kendinden başka bir yere savrulmuş gözükmektedir Marie Speranski. Aslında çevresindeki herkes aynı durumdadır. Unutuş... Sırf önüne o yol, o sırada çıktı diye saparak… Görünen odur ki önem verdiği hisler ve insanlar kadar hayatın eğlencesi de kaçmıştır...
Eğlencenin, neşenin en pür hali dans diye düşünülmez mi... Onca uzaklıktan sonra kocasıyla yaklaştıkları, yakınlaştıkları ilk zaman, dans ettikleri an... Dans dediğin kendini bırakmak çünkü. Binoche’nin de düz anlamıyla kendini bırakarak dans edişi kendini bulmakta bir yöntem pekâlâ...
Aslında unutuş, ruhsal arayışın tam da olması gereken anında gelmiştir. Boşanmak üzereyken… Tam da bir şeyleri değiştirebilecekken… Kadının şokuna ortağız. Onun merceğinden bakarız, ama kocası tam da yakınlaşmışken isyan eder, bu unutmanın da bir taktik olduğuna getirir. O yüzden kocanın, "Marie'nin hiçbir şey hatırlamamayı yöntem olarak uyguladığı suçlaması" biraz da bizim kulağımıza kar suyu kaçırmaktır. Belki gerçekten bir sabah uyanmış ve hatırlamamıştır kadın. Evet, belki bu bilinçli bir unutuştur.
Sonuçta?
Ne fark eder ki?...
İşte bu da filmin aynı adla uyarlandığı romanın yazarı Frédérique Deghelt'ın da, yönetmen Sylvie Testud'un bir başka mercek önerisi...
 
Marie, “Bir sabah kalktım ki…” başlığı olmadan da kendiyle hesaplaşabilirdi ama böyle çarpıcı bir etkisi olmazdı sanırım. Yaydan çıkmış gibi yaşanılan kent hayatının ortasında durmak, düşünmek, “Ben nasıl bu kadar değişebildim,” demek bir sabah uyanıp kendini on sene geçmiş bulmaya eşdeğerdir belki de...
 



3 Ekim 2012 Çarşamba

Bahadır Baruter Sergisi'nde... Ateşe Yakın Olanların Gözleri...

X-Ist’in yenilenmiş salonunda, ciddi bir kalabalıkla birlikte sergiyi gezerken Baruter’in gülen, kocaman, yeşil gözlerini seçiyorum. “Resimler için söyleyeceğim ilk şey, çok, çok farklı olduğu” diyorum ona, “işte duymak istediğim buydu,” diyor. Heyecanında haklı. Hem fikir, hem uygulama başka bir dünyadan. Matisse, “Resmetmek, bir düşünceyi çizgi içine almaktır,” diyor.  Belli ki, Baruter’in de önce kafasında bitmiş bu resimler...


Murathan Mungan, Kibrit Çöpleri’nde, “Dünyanın bütün hikayeleri aile yaralarıdır. Orada başlar, orada gelişir, oraya dönerler. Birikmiş ev içi kinleri, mutsuzluk fazlası, kirli sırlar, açık ya da örtük şiddet, aşırı sevginin yaraladığı benlikler, istenmezlikler, yetmezlikler, erken kayıplar, öksüzlüğün, yetimliğin, üveyliğin saymakla köpüren, köpürdükçe birbirine benzeyen nedenleri… Mutlu ya da mutsuz bütün sonlar kaçınılmazdır, “ diyor. Bu sergiye ne kadar yakın duran sözler… “Senin Ailen Bir Yalan Yavrum” aynı ismi gibi öyküsü olan, hikayesi çarpıcı bir grup dijital resimden oluşuyor.
Baruter’in resimlerinde karanlık, az tonlu, birbirine benzeyen, neredeyse ürkütücü bir atmosferde gotik kahramanlar gözlerinizin içine bakıyorlar.
Her birinde farklı bir öykü ve renk detayı var. İşte "O Akşam Yemeği" ve resimdeki tek canlı rengin çocuğun kırmızı tırnaklarının manidarlığı...



Ve benim favorim, Uzun Bir Gece. Küçük ayaklarını masumca ve mazlumca bir araya getirmiş, boynunu bükmek zorunda kalan kadın...


Hatırlarsınız, Mine Söğüt’ün leziz “Deli Kadın Hikayeleri” ile Baruter’in resimleri buluşmuştu ve eşine az rastlanır bir örtüşme gerçekleşmişti. Söğüt’ün öyküleriyle bu kadar iyi örtüşecek başka bir resim grubu da düşünemiyorum. Büyük bir birliktelik, bir araya gelişti.
Söğüt'ün kitaptaki öykülerinden birinin adı da “İçinde Ateşe Yakın Bir Şey Olan Kadın”dı; işte Baruter'inkiler de içlerinde ateşe yakın olanların soluk alışlarını izlediğimiz muazzam dünyalar...


2 Ekim 2012 Salı

BİR İLİŞKİNİN İLK SÖZLÜĞÜ - ZAMAN

Kendini bıraktın mı, kötü bir sürümün oluyorsun. Bilinmezlik bunu getiriyor işte. Biliyorsun, bazen tek bir söz tek bir olay buza dönüştürebilir insanı. Zaman ne kadar geçerse kazasız belasız, o kadar uzayabiliyor an...
Saatlerin tozunu almak ve havalandırmak için sabahı bekleyecek, zorla aydınlanan aleladeliğin içinde nefes alacaksın...

21 Eylül 2012 Cuma

BİR YAZ AKŞAMI ON BUÇUKTA - Sevgili Marguerite Duras

                                  
Marguerite Duras, “Daha yazılırken bile bir varoluş nedenine sahip olmayan kitabım olmadı,” diyor.
Peki Duras’ın Can Yayınları tarafından son basılan romanı “Bir Yaz Akşamı On Buçukta”nın[1] varoluş nedeni ne?
“İlişkiler ve ilişkilerin biçimlendirdiği insanları anlatmak,” diyebiliriz pekâlâ.
Çıktıkları gezide kocası Pierre’in, kendilerine eşlik eden Claire’e olan ilgisine seyirci kalmayı seçen, evliliğiyle ilgili sessiz bir hesaplaşmaya giren Maria.
Hem karısını kaybetmek istemeyen, hem de hayatındaki büyük yeniliğe hayır diyemeyen ve ikilemi iliklerine dek yaşayıp, hayatındaki kadınlara da yaşatan Pierre.
Maria’ya karşı kendisini sorumlu hissetse de Pierre’e olan sevgisinden kuşku duymadığımız Claire.
Yazar, ikilem içindeki üç karakterin düşüncelerini okumayı değil; olanı, görüneni, izleneni anlatmayı seçiyor. Bu tutumu, tam olarak romanın içeriğiyle de örtüşüyor. Maria da görünenle yetiniyor, daha fazlasını açıkça bilmek, duymak istemiyor. Ne fark eder ki?
Okur için de aynı durum geçerli: Onların beyinlerinin içine girsek ne fark eder? Karakterlerin ruh halleri, tepkileri zaten bilmemiz gerekeni vermiyor mu?

MARIA’NIN YALNIZLIĞI
Romanı okurken, bir kış akşamı, arkadaşlarla yaptığımız sohbeti hatırladım. İçimizden biri eşinden yeni ayrılmıştı. Ayrılmayı düşünen başka bir arkadaş, ona, “Ben de ayrılmak istiyorum, ama yalnızlıktan korkuyorum,” dediğinde ayrılanın yargısı netti: “Ayrılma, çünkü sen henüz o noktaya gelmemişsin. O nokta, ‘Yalnızlık bile bundan daha iyidir,’ dediğin andır.” İşte roman bunu sorgular: Maria o noktaya gelmiş midir, o noktaya nasıl gelinir?
Maria, kocasının bir başkasıyla gözleri önünde serpilen ilişkisini izlerken biz de Maria’nın yalnızlaşmasını izleriz.
Maria, gözlerinin önünde olgunlaşan bu ilişkiye müdahale etmiyor. Kocasının bir başkasıyla yakınlaşmasına neden müdahale etmiyor; neden onunla kavga etmiyor; neden ona engel olmuyor? Çünkü artık engel olmak istememektedir. O da Pierre’i sevmenin ne olduğunu biliyor ve Pierre’e olan duyguları onun için savaşacak kadar güçlü değil. Artık değil. Dillendirmese de Maria’nın isteği, kendisini çok isteyen bir erkektir; özünü, iradesini bağladığı bir erkek değil. İşte romanın, Maria ve diğerlerinin yolculuğunun nedeni ve gösterdiği süreç budur.
Duras sormaktadır: Uzun soluklu ilişkilerde eylemsizlik ne zaman başlar? Başka bir ilişkinin eyleme geçtiği noktada mı? Yoksa başka bir ilişkiye başlama, evlilik içindeki eylemsizliğin bir sonucu mudur? Bir kadın evliliğinin bitmesine ne zaman, nasıl izin verir? O ânı nasıl yorumlar? Maria özgürlüğünü teslim ettiği evliliğinin elinden onu tekrar almak istiyor.
Yorulan Maria yalnızlığa meyletmektedir. Nitekim, Duras açıkça yazar: “Maria yeni yalnızlığını karşılamakta ve hatta ona alışmaktadır.”
Bu noktada, Duras’nın makalesine dönmeli. “Kitap yazan birinin, çevresindeki öteki insanlarla arasına her zaman bir mesafe koyması gerekir. Yalnızlıktır bu. Yazarın, yazılı şeyin yalnızlığıdır. ... Yalnızlık hazır bulunmaz oluşturulur. Yalnızlık, yalnız başına oluşturulur….Yalnızlık, o olmadan hiçbir şey yapamayacağınız şeydir.”[2] Yalnızlığın kitabını okumuş yazar, Maria’nın da artık yalnızlığa hazır olduğu kanaatine varıyor. Artık…
Peki ya erkek neler yaşamaktadır? İki kadın sessiz, duygulu, heyecanlı bir bekleyiş içindeyken, ‘sır oyunu’nu sürdürdüğünü zanneden erkek, sessizlik anaforundadır. Pierre’in “Tatile çıktıklarından bu yana bu iki kadının arasında suskun kalıyor,” diye anlatılması da tesadüf değildir. Duras, erkeğin suskunluğuyla eylemsizliğin başladığı ve evliliğinin böylelikle bitmeye yüz tuttuğunu hissettirir. Pierre, ‘Sorgusuz Ada’ya düşmüştür ve hayatını sorgulaması gerektikçe küreklere yapışır, adasına kavuşur. Her kürek çekişinde hayatını ve sorunlarını iter.

İKİNCİ HİKAYE NEDEN VAR?
Bu arada, yaptıkları yolculuk esnasında yaşanan ve yerel halk tarafından ilgiyle takip edilen bir aşk cinayetiyle bu hikayeye paralel başka bir hikaye yaratılır.
İkinci hikaye, üçünün de aralarındaki ilişkilere bakış açılarını metaforik bir dille anlatmalarına, ifade etmelerine yarıyor. Yaptıkları yorumlar, yorum yapan her kimse onun hayatını ve nasıl yaşadığını gösteriyor.
Bu arada Maria, kaçan Rodrigo Paestra’yı kurtarmak istemektedir. Aslında Rodrigo’yla kendisi arasında gizli bir paralellik kurmuştur. İkisi de aldatılmışlardır.  Rodrigo’nun kaçma süreci, Maria’nın Pierre’den uzaklaşmasıyla eş zamanlıdır.  
Duras,“Maria ve Rodrigo Paestra dışında herkes uyuyor,” diyerek iki karakterin paralelliğini açıkça gösteriyor.

ALKOLÜN ROLÜ
 “İçmesine her zaman izin verecekler, içme isteğini her zaman koruyacaklar, her zaman.” Çünkü bu sayede Pierre ve Claire yalnız kalıyorlar. Alkole bir görev atfedilmiştir ve herkes bu rolden memnundur. Uyuşan Maria, Pierre ve Claire’in ilişkilerine müdahale etmez; Pierre ile Claire de Maria’nın alkollü olması sayesinde yalnız kalabilmektedirler. Nitelim, Duras açıkça dile getirir: “Kadın alkole, Pierre Claire’e dayanamıyor.”
Alkol Maria’nın, içinde bulunduğu zorlukları uyuşarak atlatmasını kolaylaştıran yardımcısıdır. Maria, alkolle tepkisizleştirir kendini. Duras’ın kadınları alkolle hayattan kaçarlar. Duras, ‘Sevgili’de de alkolü ayrıntılı bir şekilde ele almıştı. Sevgili’de anlatılan genç kız der ki: “Alkolün yüzü alkolden önce geldi bana”. Duras’nın anlattığı kadınlara alkol kol kanat gerer, arkadaş olur.
Nitekim Duras, yalnızlık kadar alkolü de sevmektedir. Yukarıda söz ettiğim makalede Duras, “Yalnızlık  ayrıca şu da demek: ya ölüm, ya kitap. Ama her şeyden önce alkol demek.” Duras, Maria’yı kendisinin yakından bildiği yalnızlığa kavuştururken, kendisinin çok sevdiği alkolü de yanına yardımcı olarak vermektedir.

ANLATIM VE DİL
Kurduğu dünyada tekrarları seviyor Duras. Tekrardan çekinmeyerek karakteristik özellikleri daima yaşatması sayesinde, mekanın ve zamanın içine girmemizi, daha da önemlisi orada kalmamızı sağlıyor.
Şimdiki zamanla yazması sayesinde öykü adım adım takip ediliyor. Bu, sıcak ve rahat bir okuma sağlıyor. Öte yandan, olacakları haber vermekten çekinmeyen bir kurguyu tercih etmesi onun kendine olan güvenini gösterdiği kadar, okurun da ona güvenini arttırıyor.
Evliliğin, aşkın, yalnızlığın ve ilişkilerdeki yalnızlığın portresini çizen Duras, ne kadar kaçarsanız kaçın, bir noktada hesaplaşmanız, yüzleşmeniz ve karar vermeniz gerekeceğini fısıldıyor.

(Cumhuriyet Kitap'ta yayımlandı.)




[1] Bir Yaz Akşamı On Buçukta, Marguerite Duras, Can Yayınları, 2007
[2] Marguerite Duras, ‘Yazmak’ adlı makalesi, Yazıhane-Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle, Metis Edebiyat, 2003






16 Eylül 2012 Pazar

BİR İLİŞKİNİN İLK SÖZLÜĞÜ - SUSMAK

SUSMAK: 1- Zor tabii senin gibi çok konuşan bir insan için... Ama söyledi sana: “Çok konuşacağız, çok susacağız.” İma ve açıklık, aynı anda…
SUSMAK: 2- Ona hayatını anlatmak istersin, gittiğin filmi, aslında onunla izlemediğin için bir noksanlık hissettiğini, okuduğun kitapları, yediğin yemeği, her şeyi anlatmak istersin. Der ki, “Çok konuşmak ve çok susmak istiyorum ben.” Hayır hayır, “Yeter kadın sus,” demiyordur. Başka bir şey bu…
   Belki de “Yeter, kadın sus” diyordur…

8 Eylül 2012 Cumartesi

BİR İLİŞKİNİN İLK SÖZLÜĞÜ - SAVAŞ/YENGİ

İlk zamanlar. Önce kim aradı, ne oldu, bu ne demek? Bunların gerçekten bir önemi var mıdır acaba? Gerçek bir şey için bkz: #biriliskininilksozlugu HESAP

7 Eylül 2012 Cuma

BİR İLİŞKİNİN İLK SÖZLÜĞÜ - SABIR

Yıllar geçtikçe bir şeyleri sırtınızdan atıyorsunuz da aşkta yük değişmiyor. Tek bir fark oluyor: Bir parça daha sabır. “Kör sabır,” der Mungan. Artık o kadar da kör değil. Her yaş, sabrını büyütüyor.

5 Eylül 2012 Çarşamba

BİR İLİŞKİNİN İLK SÖZLÜĞÜ - KONTROL

Hiçbir şey senin kontrolünde değil şimdi. Tek başına ip atlarken şimdi bir başkasının salladığı iple oynamaktasın. Tehlikeli; daha zevkli... Bir kere ipi verip oyuna evet dedin mi, tek başına oynamak artık mümkün değil...

Nerede ne yiyeceğine sen karar verirken şimdi başka ve bilmediğin bir öneriyle gelmekte mesela. Uzun süredir alışveriş listesini sen hazırlıyorken şimdi kalem bir başkasının elinde. Sen sadece alıyorsun...

1 Eylül 2012 Cumartesi

BİR İLİŞKİNİN İLK SÖZLÜĞÜ - HESAP

Hesap-kitap-kurallar-planlar-gardını alarak
Hesapsız-kitapsız-kuralsız-plansız-gardını almadan
Her şey bu iki satır arasında yaşanmıyor mu?

28 Ağustos 2012 Salı

BİR İLİŞKİNİN İLK SÖZLÜĞÜ - HENÜZ

Bir zarf. Bu, onu tanımlamaz. Yaşanacak demektir. Cümle içinde kullanımı: “Henüz öpüşmedik bile.” Olacak demektir. Bir vaad gizlidir içinde. Neler yaşanacak… ‘Seni düşlüyorum’un tek sözcükle tonlamasıdır. Üstelik kızgınlıklar, hayal kırıklıkları istiflenmemişken… Kredisi sonsuzken…

2 Ağustos 2012 Perşembe

BİR İLİŞKİNİN İLK SÖZLÜĞÜ



                                        
   Ne var ki, o değişiklik olmuştu bile; bir ırmak gibi, bir çöl gibi doğal bir sınır çizgisi,  onları odadaki kalabalıktan ayırıvermiştir. Birbirlerini tanıyorlardır.
TOMRİS UYAR, YÜREKTE BUKAĞI
                                              
   Babası, küçük kıza iki hayvan söylerdi. Kedi ile keçi, kuş ile kurbağa… Kız, babasına bu hayvanların masalını anlatırdı. Hiç anlatılmamış, o anda, o odada yarattığı masalı. Sonra baba anlatıcı olurdu. İkisi de masalları akıllarında tutmazlardı. Nasılsa her gece ikisinden de yeni bir masal. Bir diğerinin seçtikleriyle… Kız, masal anlatmayı böyle öğrendi. Olandan olmayanı, gerçekten gerçek dışını yaratmayı…  Anlatırken yaşamayı da…
   Şimdi masalları tek başına ve kendine yazıyor. Sözcükleri o buluyor, çıkarıyor. 
   Biri var. Ama onun sözcükleriyle değil, onun getirdiği çağrışımlarla… Bilinci sıçrayıp duruyor.


ASİMETRİ: Onun yanında başka, yalnızken başka bir ruh hali ve üstelik bu iki hal tersler birbirlerine. Neşeyle hüzün habire yer değiştiriyor. Gelişiyle gidişinin sana etkisi bu. Zıtlıktan farklı. Bir gözü yukarıda bir gözü aşağıda bir yüze bakmanın verdiği tuhaf his.

BEKLEYİŞ: Bir durum değil, eylem. Kendine dönerek ve başka bir şey yapmadan, öylece durmak zorunda kalmak… Hayatının yerle bir edilişine tanıklık ettiğin duraklama dönemin. Bir totaliter yönetim var içinde. Bekleme, hayatı ihlal ediyor.

EL: Daha eline bile dokunmamıştır. Ama sözcükler… Mahrem olan beden değildir belki de… Senin mahremiyetine çoktan adım atmıştır. Konuşulanlar, başka ve kontrolsüz bir hayat oluşturmuştur.
        En yorgun organındır. Hem bu kadar masum, hem bu kadar dokunaklı… El. Ellerinden çivilendin.

GECE: Ağırlatıcı sebeptir. Fena olursun. Gecenin içinde değilsindir. Gece bir zaman da değildir şimdi. Bir yerdir. İçinde dolaştığın, gezindiğin, hani “küçük bir odada yaptığın bir yolculuk”tur. Gündüz bir şekilde idare etsen de gece zordur. Sen yine de kaybolmazsın. Yazarsın. Yazı, senin işaret fişeğindir.

GECE UYANMALARI: Uyandığımda bir daha uyuyamıyorum. Ya korku ya kösnü. Sıkıcı. İstem dışı. Gecenin bir vakti uyanıkken kuşların ötüşünü, trenin hızla geçişini duyuyorum. Kuşlar orada hep ötmekte, trenler hep geçmekte aslında. İstek hep orada;  bir pırpırın havalanmasıyla pikeler yaparak kalbimde ve boğazımda salınmakta. Gecelediğimde olduğu gibi yavaş yavaş yorgunluğa teslim olmak değil. Farklı… Arı kovanı dimağıma uyuşukluk, halsizlik eşlik ediyor.
         Gece yazdığın bir şeyi gönderme sakın kimseye. Alkol gibidir, sonra hatırlamaz, öyle hissetmez ya da o kadar açık vermek istemezsin. En iyi şiirlerini yazmak için henüz acı çekmemiş bir şairsindir. Nelerle karşılaşacağını sezer, hatta bilir ama kaçamazsın. Sabahla birlikte yine gün ışığına kanar ve hayat sözleşmeni yenilersin. O’nu görene, duyana kadar da sözleşmeye sadık kalırsın.

GERÇEK: Filmden çıktık. Yönetmene dedim ki, “Çok değil mi arka arkaya üç kanlı cinayet?” “Gerçekte altı cinayet vardı,” dedi bana.

                   Hayat, kurgudan daha ağır ve şaşırtıcıdır. Bu, yıllar önce tesadüfen aynı yerde bulunmanız için de geçerlidir, ortak tanıdıklarınız için de... Ağzınız açık kalır. Anlam yüklersiniz. Tesadüfler gerçektir. Diğerlerinden farkı, anlamlıdır. Bir sanat eseri gibi…

GÜVEN: Serin bir denize adımını atıyorsun. Duyduğun ürperti: Heyecan.
                Yüzüyorsun. Duyduğun zevk: Heyecan+Güven.


HAYAL: Çoğu kez hayalden gerçeğe dönüşürüz. Kötü olan gerçekten hayale dönüşmek… Üstelik her gerçeğin de bir hayal dokusu vardır, o ayrı.

HATIRLAMA: Ona ilk mahrem sözü “Sarılmak istiyorum,” olmuş. Olmayabilirdi de. O sırada adamın üzerinde siyah, yakalı bir tişört vardı. Kadın, onun masanın üstündeki çıplak kollarını görüyordu. Adam o soğuk havada gidip de o tişörtü giymese… Bir siyah tişörtün yaptıklarına bakın!
  Gerçi, o zaman da beyaz gömlekten gözüken duru boynu olurdu belki… O da olmadı, onun dudaklarının kahve fincanında bıraktığı bir kahve damlası...
   Hatırlanan nesnenin değil, hatırlayan zihnin sihri her şey.

HENÜZ: Bir zarf. Bu, onu tanımlamaz. Yaşanacak demektir. Cümle içinde kullanımı: “Henüz öpüşmedik bile.” Olacak demektir. Bir vaad gizlidir içinde. Neler yaşanacak… ‘Seni düşlüyorum’un tek sözcükle tonlamasıdır. Üstelik kızgınlıklar, hayal kırıklıkları istiflenmemişken… Kredisi sonsuzken...

HESAP: Hesap-kitap-kurallar-planlar-gardını alarak
                Hesapsız-kitapsız-kuralsız-plansız-gardını almadan
                Her şey bu iki satır arasında yaşanmıyor mu?

KONTROL: Hiçbir şey senin kontrolünde değil şimdi. Tek başına ip atlarken şimdi bir başkasının salladığı iple oynamaktasın. Tehlikeli; daha zevkli... Bir kere ipi verip oyuna evet dedin mi, tek başına oynamak artık mümkün değil...

Nerede ne yiyeceğine sen karar verirken şimdi başka ve bilmediğin bir öneriyle gelmekte mesela. Uzun süredir alışveriş listesini sen hazırlıyorken şimdi kalem bir başkasının elinde. Sen sadece alıyorsun...

KONUŞMAK: Sanki sevişmek.... İkisinin de baş aktörlerinden biri dil olduğu için mi? Ses? Her söz güçlendirici, yapıcı, karıcı. Ama ironi de mevcut: Asla düşünmediğin şeyleri söylediğin oluyor onun yanında, değil mi? Ya senin hoşuna gidenler de onun düşünmediği, öylesine ağzından çıkıverenlerse?
  Öte yandan, kendine ne çok kızıyorsun! Niye onu söyledim, niye eksik konuştum, şundan da bahsetseydim… Ama böyle. Egon yerlerde. Çünkü emin değilsin hiçbir söylediğinden. Sözlerinle kendini eziyorsun.
   Tekrar okuyorum yazdıklarımı… Evet, başka bir ben bu.

SABIR: Yıllar geçtikçe bir şeyleri sırtınızdan atıyorsunuz da aşkta yük değişmiyor. Tek bir fark oluyor: Bir parça daha sabır. “Kör sabır,” der Mungan. Artık o kadar da kör değil. Her yaş, sabrını büyütüyor.

SAVAŞ/YENGİ: İlk zamanlar. Önce kim aradı, ne oldu, bu ne demek? Bunların gerçekten bir önemi var mıdır acaba? Gerçek bir şey için bkz: HESAP

SUSMAK: 1- Zor tabii senin gibi çok konuşan bir insan için... Ama söyledi sana: “Çok konuşacağız, çok susacağız.” İma ve açıklık, aynı anda…

SUSMAK: 2- Ona hayatını anlatmak istersin, gittiğin filmi, aslında onunla izlemediğin için bir noksanlık hissettiğini, okuduğun kitapları, yediğin yemeği, her şeyi anlatmak istersin. Der ki, “Çok konuşmak ve çok susmak istiyorum ben.” Hayır hayır, “Yeter kadın sus,” demiyordur. Başka bir şey bu…
Belki de “Yeter, kadın sus” diyordur…

ŞÜPHE: Bilmediğin topraklara, göreve giden bir elçisin. Değerlerinden, hayatını kutlama biçiminden endişe ettiğin nokta. O çok mu iyi yaşamıştır bugüne dek ve verdiği kararlar mutlaka doğru mudur? Sen onun kadar kıymetli misin? Yüzme bilmeden denize atmışlar seni. Bu, kendi gözünde bir “Ona Hayranlaşırken Kendini İtibarsızlaştırma Dönemi”. Muğlak her tür söz seni daha da üşütür, küçültür. Zaman geçtikçe, şüphelerin gölgesi çekildikçe “İtibarını, İadeden Öte, Katbekat Arttırma İsteği” başlar.

ZAMAN: Kendini bıraktın mı, kötü bir sürümün oluyorsun. Bilinmezlik bunu getiriyor işte. Biliyorsun, bazen tek bir söz tek bir olay buza dönüştürebilir insanı. Zaman ne kadar geçerse kazasız belasız, o kadar uzayabiliyor an...
Saatlerin tozunu almak ve havalandırmak için sabahı bekleyecek, zorla aydınlanan aleladeliğin içinde nefes alacaksın...

(Kitap-lık'taydı.)

30 Temmuz 2012 Pazartesi

ARTURO'NUN ADASI - Çocukluğun Fantastik Tapısı


   Bugün, telaş hayat biçimimiz olmuşken Elsa Morante’nin “Arturo’nun Adası”[1] ile bu romandan önceki son romanı arasında on yıl bulunması ders gibi… Elsa Morante’nin, çok sayıda eserin yanısıra, yazar Alberto Moravia ile olan kırk beş yıllık evliliği ve bir süre de yönetmen Visconti’yle beraber oluşu onun renkli hayatına işaret etmekte. On yıl içinde Morante sadece Arturo’nun Adası’nı mı yazmıştır bilinmez, ama o uzun seneler acelesiz yaratımın gücünü gösteriyor. 
   Romanı çeviren Şadan Karadeniz, Bilge Karasu’nun Arturo’nun Adası’nı çevirmeyi çok istediğini, kendisinin üstadın kaybından sonra romanı çevirmeye karar verdiğini, bu aşamada da Bilge Karasu’nun varlığını hep yanında hissettiğini anlatarak hüznünü okurla paylaşıyor ve çeviriyi Karasu’ya adıyor. Çevirmen Şadan Karadeniz’in sıradışı önsözü, hüzünden başka bir his daha uyandırıyor: Merak.
   Elsa Morante, başyapıt olarak nitelenen Arturo’nun Adası adlı romanını annesini hiç tanımamış, babasının sevgisini hissedemeyen Arturo’nun gözünden anlatıyor. Arturo’nun, çocukluğunu aktardığı ilk satırlar, Márquez’in hayatını anlattığı ‘Anlatmak İçin Yaşamak’[2] adlı eserinde kendi çocukluğuna ilişkin şu sözlerini çağrıştırdı bana: “Çocuklara gerçekten ilgilerini çeken ilk öykü anlatıldıktan sonra, başka bir öyküyü daha dinlemelerini sağlamak kolay değildir.”
    Arturo’nun ilk öyküsü, hiç tanımadığı annesi… Arturo anne okşamalarından, öpüşlerinden yoksun olma nedeniyle duyduğu özlemi, itmeksizin yaşamıştır. Annesi, onun deyişiyle, ‘çocukluğunun fantastik tapısı’dır. Arturo’nun kişiliği ve beklentileri anneye duyduğu özlemden doğar. Arturo, özlemini “çevresinde yalnızlığın uçsuz bucaksız bir uzam oluşturduğu yalıtılmış bir yer” olarak tanımladığı bir Akdeniz adasında, böğürtlenler ve frekincirleri arasında, gümüşlenmiş gölgelerde yaşar. İklimi, rehaveti, doğasıyla ada bir roman kişisidir adeta.
   Baba ise Arturo’yu mutlu etmek için hiçbir şey yapmadığı halde, Arturo “…mutlu bir ülke gibiydi çocukluğum, babamın mutlak egemeni olduğu,” diyebilmektedir. Babasını mistikler gibi sevdiğinden bahseder, düşünmeden inanarak… Freud’un “Bir çocuk, babasından çok, kimsenin telkini altında kalmaz,”[3] sözünü doğrularcasına yazmıştır romanını Morante.  Ama babanın oğluyla iletişimi öyle azdır ki Arturo belki de içten içe rol modelini kabul etmeyerek kendi kendini yaratmaktadır. Arturo’nun saf sevgi bekleme halini ise içinizde duyumsarsınız.  
   Márquez’in sözlerinin devamını alalım: “Bu, hikaye anlatmaya meraklı çocuklar için geçerli olmasa gerek; en azından benim için öyle değildi. Ben daha fazlasını isterdim. Hikayeleri hep ertesi gün daha iyisinin anlatılmasını umarak, müthiş bir oburlukla dinlerdim.”
   Arturo da daha fazlasını ister ve ikinci öyküsünü yaratır: Aşk. Baba, yaşı Arturo’ya yakın Nunzieta evlenir. Üvey annesine aşık olmasıyla anne ve aşk aynı kişide birleşir. Nunzieta hem annedir, hem değil. Arturo’nun yalnızlığı onun adasıysa adaya ayak basan ilk kadın Nunzieta’dır. Morante anneye duyulan yoğun sevgiyle aşkın aynı potada erimesini amaçlamış ve bunu başarmıştır. Romanın ilk satırlarında, Arturo annesi için kullandığı ‘tapı’ sözcüğünü,  romanın ortasına doğru bu kez üvey annesi Nunzieta için kullanacaktır. Salt bu örnek bile, onun roman örgüsünü nasıl incelikle kurduğunu göstermiyor mu?

   Edebiyatın, Freud’un tezlerinden ne kadar çok etkilendiği biliniyor. Bugün yoldan geçen insanın bile bildiği gerçeği, ilk kez Freud dile getirmiştir: Çocukluğun yetişkinliğe etkisi ve bir çocuğun algılarının bir yetişkinden daha farklı olacağı tezi.
   Romanın bir üvey anne üzerinden yaratılması hem çocukluğun hayatı etkilemesi açısından,  hem de Oidipus kompleksi anlamında incelik dolu bir buluş. Delikanlı, babayla yarışıp onu yıkıp geçecek, bir anlamda Freud’un öne sürdüğü Oidipus kompleksinden de böylece kurtulabilecektir. Yazar, hem küçük bir Oidipus yaratmış hem de onun klasik bir Freud çocuğu olmasını engellemiştir. Annenin üvey oluşuyla, aşk, sevilme ihtiyacı bilinç altından, sapkınlıktan çıkıp günlük hayata girebilmiştir.
   Nunzieta’nın sahneye girişiyle biz de olabilecek en güzel kıskançlık ve aşk satırlarına kavuşuruz. Arturo, yoksunluk nedeniyle kıskançtır. Onun kıskançlığı adaletsizliğe bir isyan haline gelir. O, bu isyanı çöze çöze kendini tanıyacaktır.
     Romanda beni en çok etkileyen, Arturo’nun bilgisizliğini, bilince çevirme yolculuğuna dönüştürmesi, ama Nunzieta’nın bilgisizliğinin sonsuz bir bilinçsizlik olarak kalacağının vurgulanması. Nunzieta belki bunları hiç hissetmemiş olmayı dileyebilecekken, Arturo hislerini kabullenmiş, onları benliğine katmış ve onlarla büyümüştür.
   Romanın ilk satırlarında Arturo, ölü ev sahibinin nefretinin evin eşiğinden içeri adımını atan tüm kadınları sonsuza dek lanetlediğini söyler. Sayfalar sonra, bu sözlerle bağlantılı olarak, Nunzieta’nın ağzından, şartlanmışlığını kanıtlayan sözler dökülür: “Hiçbir şey artık saptanmış ve beni lanetleyen şu iki yasayı ortadan kaldırmaz, birincisi ona hizmet etme görevim, ikincisi ise onu koruma görevim. Bu iki yasa şunlardır: Ben onun karısı olduğum için ona aitim, o da benim kocam olduğu için benimdir.”
   Nunzieta’nın üzerinde çelik bir zırh vardır ve o, zırhı çıkarmayı bir an olsun düşünemez. İşte onun yaşadığı lanet, sadece yanlış evliliği değil, esas olarak bilinçlenememesidir. Roman, kendi şartlanmasını delemeyen Nunzieta’nın kendi olamayışının romanıdır aynı zamanda.
   Arturo’nun adadan kurtulabilmesi için babasını çiğnemesi yetmiştir, ama Nunzieta bunu aklını özgürleştirmediği için yapamayacaktır. Arturo okuyarak, doğayla bütünleşerek, farkında olma halinin üzerine giderek bilincini açmıştır; Nunzieta ise kör kurallara göre yaşama yazgısını değiştirmek için hiçbir çaba göstermemiştir.
   Morante, insanlığın (özellikle kadının) bilince ulaşmasının yolunun kendini dinlemekten, okumaktan, sorgulamaktan ve yüzleşmekten geçtiğini dile getirir; bilinç ve cesareti yüceltir.
   Arturo şu sözleri söyleyebildiği için kendinin farkındadır ve Nunzieta söyleyemediği için kendini yaşayamayacaktır:  “Böylece, yaşam bir gizem olarak kaldı. Ben de kendim için ilk gizemim hâlâ…”
  

Pınar Sönmez


(Cumhuriyet Kitap'ta yayımlandı.)










[1] Arturo’nun Adası, Elsa Morante, Çev: Şadan Karadeniz, Can Yay., 2007
[2] Marquez, Anlatmak İçin Yaşamak, Çev.: Pınar Savaş, Can Yay., 2005, s.108
[3]Psikanaliz ve Uygulama, Sigmund Freud, Çev: Muzaffer Sencer, Say Yay., 2006, s. 105

6 Temmuz 2012 Cuma

MERCAN DEDE, CARLITO DALCEGGIO ve REVOLUTION REVELATION

            Haberiniz olsun. Sergi ilgi üzerine 1 Eylül - 5 Ekim tarihleri arasına uzatılmış.





"Sevgili Yolcu,

Birbirinden aldığı ilhamla sanatlarını, birlikte yaşanan mucizevi seyahatlerin yoldaşlığı ile dostluklarını paylaşan iki kendi halindeki insanın kalp kalbe verip yarattıkları Özgür Ruhlar Sarayı'na hoş geldiniz."


Mercan Dede (Arkın) ve Carlito Dalceggio, Borusan Müzik Evi'ndeki sergilerinde böyle buyur ediyorlar.
Daha kapıdan girdiğiniz anda alışık olduğunuz stabil ve steril sergilerden çok başka bir dünyada olduğunuzu anlıyorsunuz. Perdelerin arkasına geçmenizle birlikte rengarenk, sarsıcı, cazip, gel gel diyen bir atmosfer. Çoğu sergide gördüğünüz minimalliğin tam tersi, bir cümbüştür gidiyor. Kara bir orman içinde büyülü bir çiçek bahçesine benziyor sergi alanları. Duvarlardan fışkıran renkler, kelebekler, ortada üzeri rengarenk tüylerle kaplı güleryüzlü Buda... Hiçbir boş nokta yok. İç yükseliş duvarlara, tuvallere, kartondan evlere yansımış. Göz, kulak, ten hiçbir şey durmuyor. Hareket esas.


İkinci kat ise Özgür Ruhlar Sarayı'nın doğduğu yer. Benim gibi çalışma odası delileri için unutulmayacak bir mecra. Sergideki tüm eserlerin yaratıldığı yer burası. Uzun uzun her ayrıntıya dalarak izlemek istiyorsunuz. Sabit bir mekan bir karnavala dönmüş her bir parça gözünüzün önünden geçiyor. Sergide eserler kadar dikkat çekici ve fikrinizi esir alan bir rüya alemi. Başladıkları ve bıraktıkları gibi...


Üçüncü katta ise devasa bir Buda ve içine girdiğiniz kartondan evlerle yine kendinden geçiş... Karnaval geçidi yapılıyor, biz izliyoruz.  Neredeyse ortadaki Buda bile ayağa kalkıp yürüyecek...


Bunca sabit eserin coşkulu karnavalı Borusan Müzik Evi'nde devam ediyor. Mercan Dede'nin seslerine yakın, onunla örtüşen bir demet.
Ve çağrıları...


EY ARAYAN

UYAN!!! YAŞLI BİLGELİĞİ ÖP
HAYALLERİNİ KUCAKLA-BIRAK KENDİNİ RUHLARA
BOŞALT HAFIZANI
KURTUL GEÇMİŞİNDEN VE GELECEĞİNDEN
AÇ GÖZLERİNİ, RUHUNU AÇ
YAN YAN YAN
AÇ KANATLARINI KALBİNİN ATEŞİNE
ZEHRİ İÇ, TAT AB-I HAYATI
PANZEHİR OL
KENDİ GÖLGENİ CEZBET
KÖRLEŞ KENDİ IŞIĞINDA
AÇ BÜTÜN KAPILARI, ANAHTARLARI YUT
YENİLMEZLİĞİN DAVULUNU ÇAL,
ÇEVİR KADERİ TERSİNE

4 Temmuz 2012 Çarşamba

SIRADANIN İÇİNDEKİ SIRA DIŞI

Nur-u Osmaniye için sıradan, benim için sıra dışı bir gün...

Pek bilmediğim bir semtte bulunmak bile rutinin dışına çıkmak... Sabah öykülerin, denemelerin ve hukuk makalelerinin arasından sıyrılıp bambaşka bir yerde, Nur-u Osmaniye’de olmanın keyfini çıkarıyorum. Nur-u Osmaniye trafiğe kapalı, Arnavut kaldırımlı, taze edalı bir cadde de olsa , bu güzellik, konfor, düzen ve yeniliğin içinde esnaf geleneği pek çok semte göre ayakta... Kim kime dum duma ve ancak sözleşerek biraraya gelen küçük cemaatlerle bezeli bu şehirde, üstelik modernitenin otasında, nicedir böyle bir iş, çalışma, esnaf mecrası görmemiştim.
Ben çınarları seyredalıp kahvemi yudumlarken telefonum arka arkaya çalıyor. Beklenilenler ve sürprizler... Hayatın güzelliği de bu, diyorum, yazmanın da... Bir saniye sonra ne olacağını bilmediğin gibi, bazı zaman (ki yazının has vahası) ne yazacağını da bilmiyorsun. Yazının plana, programa ve çalışmaya ihtiyacı olduğu kadar bir başladıktan sonra zihnin tasmasını çıkarıp kırlarda, çimenlerde koşmasını izlemenin zevkini doya sıya çıkarmak gerek... Ne de olsa bu özgürlük hissi de yazma nedenlerinden biri...

Sokağa çıkan esnaf artık Starbucks'ta… Arka masaki Halıcı Ahmet Bey, geçen beş kişiden birine selam veriyor. Yakından tanıdıklarına ise “Gel sana bir espresso ısmarlayayım,” diye sesleniyor.

Mahalle kahvesi, Starbucks; çay, espresso olmuş. Davet sözü ayrı, selam aynı. Değişenler, değişmeyenler, evrilenler…

Uyum sağlıyorum esnafa ve gelen geçeni izliyorum. Bir dede, boyu omzuna yaklaşmış torununun ensesini sevgiyle sıkıyor. Diyorum, evet bazen sevgimizle böyle sıkıyoruz işte. Kulağıma çocuğun tatlı sesi geliyor. “On dört buçuk olduğumda olurmuş.”

Ben onların yavaş yavaş uzaklaşmalarını izlerken yorgunluklarından uzun süredir yürüdükleri anlaşılan ana oğul gelip öndeki banka oturuyorlar. Yorulmuşlar. Çocuk on dört buçuk var. Bir başkasının hayalini yaşıyor, bilmiyor.

Halıcı Ahmet Bey,  espressonu yudumlarken yanındakine işlerin ne kadar kötü olduğunu, atölyeden de fayda olmadığını, dün mağazaya gelenin de tipik bir Amerikalı müşteri çıktığını, tüm halıları açtırdıktan sonra thank you very much diyerek ayrıldığını anlatıyor. Yakınmalarda da bir değişiklik yok.

Yolun başında, rehberleriyle Japon turistler beliriyor. Amélie Nothomb’a, çok sevdiğim Kıran Kırana adlı romanında, “Dünyanın en güzel burnuna sahipti; Japon burnu, bin tanenin içinden bile kolayca ayırt edilebilen o benzersiz, o narin burun delikleri. Tüm Japonların burunları böyle değildir, ama böyle bir burnu olan herkes, mutlaka Japon’dur," satırlarını yazdırtan minik burunları arıyorum yüzlerinde. Evet, burunları minicik, Japon olmalılar...
Rehber, Starbucks’ı gösterip "Keep your mind,” diyor; tutacaklar akıllarında. Hatta ben bu sabah buraya gelmeseydim benden daha iyi bileceklerdi bu yolu.
Orada işte… Aklınızda kalacak bin bir ses, yüz, kare ve hatta burun… ne çok semt, ne çok hayat.. on dört buçuk yaşındayız, bilmiyoruz…

27 Haziran 2012 Çarşamba

YAZ YAĞMURU


Sabah, yaz yağmuruna uyanıyorum. Zihnim hiçbir serbest çağrışım yoluna girmeden, birebir isme odaklanıp sevgiliyle bayıla bayıla izlediğimiz Yaz Yağmuru filmini hatırlıyor. Bakmayın siz öyle IMDB’de gördüğünüz cılız puanlara. Banderas’ın filmi El camino de los ingleses, başına buyrukluğu, ilk gençlik arkadaşlıklarını, aşklarını, en dürtüsel ve kendiliğinden yaşanan günleri anlatıyordu. Gerçekten de yaz yağmurunun huzuruna yaraşır bir şekilde bizi bizden almıştı.
Yaz yağmuru bu, başıboşluğun düşü...
Gariptir, en çok da tatilde severim yağmuru. Zira, benim gibi tatilde bile yerinde duramayan için zorunlu estir.
Kendimi o kadar yorarım ki tatilde, yaz yağmuru beni tatlı eylemsizliğin ortasına bırakıverir. (Tabii, yağmurda yüzmeyi saymazsak…)
Yeni bir şeydir bu. Sabırsız ve aç ruhum, huzur bulur; rahatlar. Günü kaçırmadığımı biliyorumdur, aylaklığa şans tanırım.
Sükûnetin 'el bende' demesidir, yaz yağmuru. Hayat, yalınkat kendini bırakmışlıkla yağmurun etrafında kurulmaz mı? Sofistike bir kesintidir.
‘Bir uzaklık kazanmam, yeniden kendi düşüncelerimin dünyasını bulmam gerek,” der Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta. Uzaklık kazanmak için birebirdir ılık damlalar.
Filmin en akılda kalıcı sahnesi de tüm arkadaşların sokakta kendilerini kahkahalarla dansa ve yağmura teslim ettikleri karedir zaten...

17 Haziran 2012 Pazar

Nedim Gürsel ile Berlin'de Nazım'a Kavuşmak

http://egoistokur.com/egoist-okur-takipcisi-pinar-sonmez-yazdi-issiz-berlinde-nazima-kavusmak/

    Sevgili Gülenay Börekçi'nin tanıtımıyla Egoist Okur'da yayımlanan yazımı bir de buraya aktarıyorum. Sevgiler uçurarak...
  


   Teyzemde Vera imzalı bir Nazım kitabı ve bu imza ânının fotoğrafı vardı. Nedim Gürsel’in son romanı Şeytan, Melek ve Komünist’te Vera’yla karşılaştığımda bu fotoğraf canlandı, o resme gidip geldim. O zamanlar Vera benim için sarı saçlı, olgun bir kadındı. Daha sonra, onun Nazım’ın çok sevdiği kadını olduğunu öğrenmiştim. Vera aklıma kazınmıştı.
   Nazım’ın Vera’ya duyduğu derin aşkı, püsküllü bela Vera’yı fotoğraftan çıkarıp Gürsel’in masalına oturttum. Biyografisini yazdığı Nazım Hikmet’in hayatına bilgi ve sezgisiyle hakim Nedim Gürsel, bu hakimiyetiyle kurmacayı doludizgin yaratmış.
   Gürsel, Hatırla Barbara adlı kitabına Nazım’ın “Hangi şiir şaraba benzer/Paris” satırlarını alsa da söz konusu romanına fon olarak yalnızlığın ve acının kentini seçiyor, Berlin. “Berlin’e gelişlerimden hiçbirinde kentin böylesine ıssız, bu denli kar altında olduğunu anımsamıyorum.” Zaten yakın tarihteki acı dolu çağrışımlarından uzunca bir süre sıyrılamayacak olan kar altındaki Berlin, yazarın yalnızlığı iliklerine dek hissetmesine neden olacaktır.
   Yazarın yalnızlığının yanı sıra şarkıcı İpek’e olan aşkına tanık oluruz. Diğer iki bölüm, muhbir Ali Albayrak’ın ağzından Nazım Hikmet’i takip için yazılmış satırlardan oluşuyor ki bir nevi doküman kurmacası içinde verilirken son bölümde de muhbir Ali Albayrak’ın hayatını okuyoruz.
   Yalnız ve canına okunmuşların her birinin tek başınalığının diğerininkine karıştığı Berlin, hangi köşesine bakılsa görülen ve üzerine kül atılsa da sönmeyen soykırım ve duvarla koca bir acı simgesi. Bu acının getirdiği yalnızlık bir dikilitaş gibi yükseliyor Avrupa’nın ortasında. Kendi akıbetini bilen ve buna rağmen ayrılmayan Rosa Luxemberg’un ayak izleri de, Grosz resimleri de şehir tuvaline yerleşiyor.
   Bülent Usta, “Türkiye özelinde bir toplum böylesine bir hesaplaşmayı kaldıramaz,” diyor ya, belki Berlin de bu hesaplaşma ruhu ile insanın kendi zihnine çekilmesine neden oluyor. Toplum kadar kendiyle ve insanlıkla hesaplaşmak için de bu yalnızlık havasını solumaya geliyor, romanlarına Berlin’i alıyor yazarlar.
   Demir Özlü de Kanal Kentlerinde adlı kitabında, Berlin’de yazmayı dünyanın en güzel şeyi olarak gördüğünü söylüyor ve “En güzeli hafif ıslak olan kaldırımlarda yürümek. Melekler Berlin üzerindeki gökyüzünde değiller. Şehrin kahvelerinde, kaldırımlarındalar,” diyordu. Gürsel işte o ıslak kaldırımlarda Nazım’ı yürütüyor.
   Söylemeden geçemem, yazarın Goethe’nin güzel dili Almancaya dikkat çekmesi de müthiş bir detay. “Doğu’nun tramvay vagonları gibi uzayan bu bitişik sözcüklere, bu güzel dilin eklem yerlerinden birbirine mıhlanmış seslerine aşinaydım,” diyor ve Almanca için yapılan en güzel benzetmeyi sunuyor dimağıma.
   Nazım, kadınlarına; yazar, şarkıcı İpek’e ve Ali, Nazım’a aşık. Hayranlık ve aşk sarmal olmuş bu dünyada, hangisinin diğerinden çıktığını bilmiyoruz. Nazım nasıl elimdeki fotoğrafta gülümseyen Vera’nın genç yüzünü düşünerek “Yaktın beni,” diyorsa muhbir Ali Albayrak da bu cümleyi Nazım için söylerdi. Ulaşamama onları perişan ediyor. Ortak özellikleri ise şefkati aramaları ama yine de her defasında yalnızlığa sığınmaları.
   Yazarın yalnızlığı muhbirinkine, muhbirinki Nazım’ınkine karışıyor. Yazar, şefkati muhteşem-sert kadın İpek’in kollarında ararken, Nazım partide ve kadınlarında, muhbirse Nazım’ın yüzünde arıyor. Muhbirin eşcinselliğinin getirdiği dışlanmanın yaşattığı yalnızlık duygusu da aşkın ıssızlığını çevreliyor.
   Yazarın İpek’i ise sert mizacı, hatta yer yer küstah tavırları, sert sevgisi ve mağrurluğuyla biraz da   
   Nedim Gürsel’in Vera’sına benziyor. Nazım’ın son aşkına benzeyen bu hırçın, bir o kadar da tutku dolu kadın, sevgilisini paçavraya çevirirken Nazım’ın hayatındaki kadınlarına ve onlara duyduğu olan hayranlığını yaşıyoruz. Muhbir, Nazım’ı anlattıkça yazarın derin sevgisinden Nazım’da izler buluyor, sonra Nazım’a duyduğu aşkı da yine muhbirin ağzından günlük hayatında duyuyoruz.
Nazım sayesinde yazarı da, muhbiri de anlıyoruz. Her karakter, şifresi diğerinin içinde saklı bir kasa. Her ne kadar aşkı yaşama biçimleri farklı olsa da, boyun eğdikleri tek şey aşkı, itirafları ve körkütük halleriyle aşık oldukları kişilerin yanında olmaya çalışmaları. Kovsa da, desteklemese de, beklenen şefkati göstermese de yanında, ona ulaşılabilir halde olmalarına karşın aşklarına erişememeleri. Bu onların hikayesini benzer ve anlaşılır kılıyor. Birinin yüzünde diğerini görüyoruz. Bir de bilerek ya da bilmeden seveninin canına okumayı…
   Nitekim Nazım’ın komünizmle ilişkisini de bu eksene oturtuyor. Partinin ona kollarını açmış hali karşısında Nazım, aşkına karşılık bulmuş biri. Kadınlarına sığındığı gibi, onların şefkatinin güzelliğiyle politik olarak kendini ait hissettiği örgütte de kendisine sahip çıkılmasının onu mutlu ettiği aşikâr. Nedim Gürsel’in seçtiği, gördüğü Nazım böyle.
   Komünizmi Nazım’la Nazım’ı da komünizmle anlatıyor bir noktada. “Komünist olduğunu söylüyor, nedenini kendince şöyle açıklıyordu: “Dünyada ne zaman kimse aç kalmayacak/korkmayacak kimse kimseden/emretmeyecek kimse kimseye/yermeyecek kimse kimseyi/umudunu çalmayacak kimse kimsenin?/işte ben bu soruya karşılık verdiğim için komünistim.”


   Nedim Gürsel’in 1987’de yazdığı Yazılmamış Kitaplar Mezarlığı Zincirli Kuyu adlı öyküsü de bir muhbir öyküsüdür. “Kitap görevlisi gerçekte bir muhbirdi demek. Gündüzleri okurlara kitap veren, yaşamını kitaplar sayesinde kazanan bu bilgiç adam, geceleri yasak kitap listeleri hazırlayan ikiyüzlü biriydi.” Cicipapa içinde yer alan bu öyküde paradoks yerini bulur.
   Yazar, yıllar sonra bu metaforik muhbiri, zihninin raflarından indirmiş. Yıllar kaybolmuş, etkiler birleşmiş. Muhbir aşık, güzel buluş… Bu sayede kişi, aşık olduğuna yakın durabiliyor. Üstelik aşık insan bir de tutkulu bir karakterse bu didikleme onu hem daha da cezbedecek, hem de mahvedecek…
   Gürsel’in bu iki uç noktayı yani hem sevme hem kuyusunu kazma fikri çarpıcı. Bu nedenle de şeytan ve melek de metaforlaşıyor, aynı zamanda kurmacaya da yakışıyor.
   Fotoğraflar, imgeler, birleştikleri yerler, anlamın çoğalması, dolulaşması. Bir fotoğraftan bir romana, o romandan bir resme atlayarak… Nedim’in romanından Nazım’ın şiirine, Vera’nın fotoğrafından duyduğum en güzel Almanca tasvirine…


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...