Sabah, yaz yağmuruna uyanıyorum. Zihnim hiçbir serbest çağrışım yoluna girmeden, birebir isme odaklanıp sevgiliyle bayıla bayıla izlediğimiz Yaz Yağmuru filmini hatırlıyor. Bakmayın siz öyle IMDB’de gördüğünüz cılız puanlara. Banderas’ın filmi El camino de los ingleses, başına buyrukluğu, ilk gençlik arkadaşlıklarını, aşklarını, en dürtüsel ve kendiliğinden yaşanan günleri anlatıyordu. Gerçekten de yaz yağmurunun huzuruna yaraşır bir şekilde bizi bizden almıştı.
Yaz yağmuru bu, başıboşluğun düşü...
Gariptir, en çok da tatilde severim yağmuru. Zira, benim gibi tatilde bile yerinde duramayan için zorunlu estir.
Kendimi o kadar yorarım ki tatilde, yaz yağmuru beni tatlı eylemsizliğin ortasına bırakıverir. (Tabii, yağmurda yüzmeyi saymazsak…)
Yeni bir şeydir bu. Sabırsız ve aç ruhum, huzur bulur; rahatlar. Günü kaçırmadığımı biliyorumdur, aylaklığa şans tanırım.
Sükûnetin 'el bende' demesidir, yaz yağmuru. Hayat, yalınkat kendini bırakmışlıkla yağmurun etrafında kurulmaz mı? Sofistike bir kesintidir.
‘Bir uzaklık kazanmam, yeniden kendi düşüncelerimin dünyasını bulmam gerek,” der Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta. Uzaklık kazanmak için birebirdir ılık damlalar.
Filmin en akılda kalıcı sahnesi de tüm arkadaşların sokakta kendilerini kahkahalarla dansa ve yağmura teslim ettikleri karedir zaten...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder