Pek bilmediğim bir semtte bulunmak bile rutinin dışına çıkmak... Sabah öykülerin, denemelerin ve hukuk makalelerinin arasından sıyrılıp bambaşka bir yerde, Nur-u Osmaniye’de olmanın keyfini çıkarıyorum. Nur-u Osmaniye trafiğe kapalı, Arnavut kaldırımlı, taze edalı bir cadde de olsa , bu güzellik, konfor, düzen ve yeniliğin içinde esnaf geleneği pek çok semte göre ayakta... Kim kime dum duma ve ancak sözleşerek biraraya gelen küçük cemaatlerle bezeli bu şehirde, üstelik modernitenin otasında, nicedir böyle bir iş, çalışma, esnaf mecrası görmemiştim.
Ben çınarları seyredalıp kahvemi yudumlarken telefonum arka arkaya çalıyor. Beklenilenler ve sürprizler... Hayatın güzelliği de bu, diyorum, yazmanın da... Bir saniye sonra ne olacağını bilmediğin gibi, bazı zaman (ki yazının has vahası) ne yazacağını da bilmiyorsun. Yazının plana, programa ve çalışmaya ihtiyacı olduğu kadar bir başladıktan sonra zihnin tasmasını çıkarıp kırlarda, çimenlerde koşmasını izlemenin zevkini doya sıya çıkarmak gerek... Ne de olsa bu özgürlük hissi de yazma nedenlerinden biri...
Sokağa çıkan esnaf artık Starbucks'ta… Arka masaki Halıcı Ahmet Bey, geçen beş kişiden birine selam veriyor. Yakından tanıdıklarına ise “Gel sana bir espresso ısmarlayayım,” diye sesleniyor.
Mahalle kahvesi, Starbucks; çay, espresso olmuş. Davet sözü ayrı, selam aynı. Değişenler, değişmeyenler, evrilenler…
Uyum sağlıyorum esnafa ve gelen geçeni izliyorum. Bir dede, boyu omzuna yaklaşmış torununun ensesini sevgiyle sıkıyor. Diyorum, evet bazen sevgimizle böyle sıkıyoruz işte. Kulağıma çocuğun tatlı sesi geliyor. “On dört buçuk olduğumda olurmuş.”
Ben onların yavaş yavaş uzaklaşmalarını izlerken yorgunluklarından uzun süredir yürüdükleri anlaşılan ana oğul gelip öndeki banka oturuyorlar. Yorulmuşlar. Çocuk on dört buçuk var. Bir başkasının hayalini yaşıyor, bilmiyor.
Halıcı Ahmet Bey, espressonu yudumlarken yanındakine işlerin ne kadar kötü olduğunu, atölyeden de fayda olmadığını, dün mağazaya gelenin de tipik bir Amerikalı müşteri çıktığını, tüm halıları açtırdıktan sonra thank you very much diyerek ayrıldığını anlatıyor. Yakınmalarda da bir değişiklik yok.
Yolun başında, rehberleriyle Japon turistler beliriyor. Amélie Nothomb’a, çok sevdiğim Kıran Kırana adlı romanında, “Dünyanın en güzel burnuna sahipti; Japon burnu, bin tanenin içinden bile kolayca ayırt edilebilen o benzersiz, o narin burun delikleri. Tüm Japonların burunları böyle değildir, ama böyle bir burnu olan herkes, mutlaka Japon’dur," satırlarını yazdırtan minik burunları arıyorum yüzlerinde. Evet, burunları minicik, Japon olmalılar...
Rehber, Starbucks’ı gösterip "Keep your mind,” diyor; tutacaklar akıllarında. Hatta ben bu sabah buraya gelmeseydim benden daha iyi bileceklerdi bu yolu.
Orada işte… Aklınızda kalacak bin bir ses, yüz, kare ve hatta burun… ne çok semt, ne çok hayat.. on dört buçuk yaşındayız, bilmiyoruz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder