30 Temmuz 2012 Pazartesi

ARTURO'NUN ADASI - Çocukluğun Fantastik Tapısı


   Bugün, telaş hayat biçimimiz olmuşken Elsa Morante’nin “Arturo’nun Adası”[1] ile bu romandan önceki son romanı arasında on yıl bulunması ders gibi… Elsa Morante’nin, çok sayıda eserin yanısıra, yazar Alberto Moravia ile olan kırk beş yıllık evliliği ve bir süre de yönetmen Visconti’yle beraber oluşu onun renkli hayatına işaret etmekte. On yıl içinde Morante sadece Arturo’nun Adası’nı mı yazmıştır bilinmez, ama o uzun seneler acelesiz yaratımın gücünü gösteriyor. 
   Romanı çeviren Şadan Karadeniz, Bilge Karasu’nun Arturo’nun Adası’nı çevirmeyi çok istediğini, kendisinin üstadın kaybından sonra romanı çevirmeye karar verdiğini, bu aşamada da Bilge Karasu’nun varlığını hep yanında hissettiğini anlatarak hüznünü okurla paylaşıyor ve çeviriyi Karasu’ya adıyor. Çevirmen Şadan Karadeniz’in sıradışı önsözü, hüzünden başka bir his daha uyandırıyor: Merak.
   Elsa Morante, başyapıt olarak nitelenen Arturo’nun Adası adlı romanını annesini hiç tanımamış, babasının sevgisini hissedemeyen Arturo’nun gözünden anlatıyor. Arturo’nun, çocukluğunu aktardığı ilk satırlar, Márquez’in hayatını anlattığı ‘Anlatmak İçin Yaşamak’[2] adlı eserinde kendi çocukluğuna ilişkin şu sözlerini çağrıştırdı bana: “Çocuklara gerçekten ilgilerini çeken ilk öykü anlatıldıktan sonra, başka bir öyküyü daha dinlemelerini sağlamak kolay değildir.”
    Arturo’nun ilk öyküsü, hiç tanımadığı annesi… Arturo anne okşamalarından, öpüşlerinden yoksun olma nedeniyle duyduğu özlemi, itmeksizin yaşamıştır. Annesi, onun deyişiyle, ‘çocukluğunun fantastik tapısı’dır. Arturo’nun kişiliği ve beklentileri anneye duyduğu özlemden doğar. Arturo, özlemini “çevresinde yalnızlığın uçsuz bucaksız bir uzam oluşturduğu yalıtılmış bir yer” olarak tanımladığı bir Akdeniz adasında, böğürtlenler ve frekincirleri arasında, gümüşlenmiş gölgelerde yaşar. İklimi, rehaveti, doğasıyla ada bir roman kişisidir adeta.
   Baba ise Arturo’yu mutlu etmek için hiçbir şey yapmadığı halde, Arturo “…mutlu bir ülke gibiydi çocukluğum, babamın mutlak egemeni olduğu,” diyebilmektedir. Babasını mistikler gibi sevdiğinden bahseder, düşünmeden inanarak… Freud’un “Bir çocuk, babasından çok, kimsenin telkini altında kalmaz,”[3] sözünü doğrularcasına yazmıştır romanını Morante.  Ama babanın oğluyla iletişimi öyle azdır ki Arturo belki de içten içe rol modelini kabul etmeyerek kendi kendini yaratmaktadır. Arturo’nun saf sevgi bekleme halini ise içinizde duyumsarsınız.  
   Márquez’in sözlerinin devamını alalım: “Bu, hikaye anlatmaya meraklı çocuklar için geçerli olmasa gerek; en azından benim için öyle değildi. Ben daha fazlasını isterdim. Hikayeleri hep ertesi gün daha iyisinin anlatılmasını umarak, müthiş bir oburlukla dinlerdim.”
   Arturo da daha fazlasını ister ve ikinci öyküsünü yaratır: Aşk. Baba, yaşı Arturo’ya yakın Nunzieta evlenir. Üvey annesine aşık olmasıyla anne ve aşk aynı kişide birleşir. Nunzieta hem annedir, hem değil. Arturo’nun yalnızlığı onun adasıysa adaya ayak basan ilk kadın Nunzieta’dır. Morante anneye duyulan yoğun sevgiyle aşkın aynı potada erimesini amaçlamış ve bunu başarmıştır. Romanın ilk satırlarında, Arturo annesi için kullandığı ‘tapı’ sözcüğünü,  romanın ortasına doğru bu kez üvey annesi Nunzieta için kullanacaktır. Salt bu örnek bile, onun roman örgüsünü nasıl incelikle kurduğunu göstermiyor mu?

   Edebiyatın, Freud’un tezlerinden ne kadar çok etkilendiği biliniyor. Bugün yoldan geçen insanın bile bildiği gerçeği, ilk kez Freud dile getirmiştir: Çocukluğun yetişkinliğe etkisi ve bir çocuğun algılarının bir yetişkinden daha farklı olacağı tezi.
   Romanın bir üvey anne üzerinden yaratılması hem çocukluğun hayatı etkilemesi açısından,  hem de Oidipus kompleksi anlamında incelik dolu bir buluş. Delikanlı, babayla yarışıp onu yıkıp geçecek, bir anlamda Freud’un öne sürdüğü Oidipus kompleksinden de böylece kurtulabilecektir. Yazar, hem küçük bir Oidipus yaratmış hem de onun klasik bir Freud çocuğu olmasını engellemiştir. Annenin üvey oluşuyla, aşk, sevilme ihtiyacı bilinç altından, sapkınlıktan çıkıp günlük hayata girebilmiştir.
   Nunzieta’nın sahneye girişiyle biz de olabilecek en güzel kıskançlık ve aşk satırlarına kavuşuruz. Arturo, yoksunluk nedeniyle kıskançtır. Onun kıskançlığı adaletsizliğe bir isyan haline gelir. O, bu isyanı çöze çöze kendini tanıyacaktır.
     Romanda beni en çok etkileyen, Arturo’nun bilgisizliğini, bilince çevirme yolculuğuna dönüştürmesi, ama Nunzieta’nın bilgisizliğinin sonsuz bir bilinçsizlik olarak kalacağının vurgulanması. Nunzieta belki bunları hiç hissetmemiş olmayı dileyebilecekken, Arturo hislerini kabullenmiş, onları benliğine katmış ve onlarla büyümüştür.
   Romanın ilk satırlarında Arturo, ölü ev sahibinin nefretinin evin eşiğinden içeri adımını atan tüm kadınları sonsuza dek lanetlediğini söyler. Sayfalar sonra, bu sözlerle bağlantılı olarak, Nunzieta’nın ağzından, şartlanmışlığını kanıtlayan sözler dökülür: “Hiçbir şey artık saptanmış ve beni lanetleyen şu iki yasayı ortadan kaldırmaz, birincisi ona hizmet etme görevim, ikincisi ise onu koruma görevim. Bu iki yasa şunlardır: Ben onun karısı olduğum için ona aitim, o da benim kocam olduğu için benimdir.”
   Nunzieta’nın üzerinde çelik bir zırh vardır ve o, zırhı çıkarmayı bir an olsun düşünemez. İşte onun yaşadığı lanet, sadece yanlış evliliği değil, esas olarak bilinçlenememesidir. Roman, kendi şartlanmasını delemeyen Nunzieta’nın kendi olamayışının romanıdır aynı zamanda.
   Arturo’nun adadan kurtulabilmesi için babasını çiğnemesi yetmiştir, ama Nunzieta bunu aklını özgürleştirmediği için yapamayacaktır. Arturo okuyarak, doğayla bütünleşerek, farkında olma halinin üzerine giderek bilincini açmıştır; Nunzieta ise kör kurallara göre yaşama yazgısını değiştirmek için hiçbir çaba göstermemiştir.
   Morante, insanlığın (özellikle kadının) bilince ulaşmasının yolunun kendini dinlemekten, okumaktan, sorgulamaktan ve yüzleşmekten geçtiğini dile getirir; bilinç ve cesareti yüceltir.
   Arturo şu sözleri söyleyebildiği için kendinin farkındadır ve Nunzieta söyleyemediği için kendini yaşayamayacaktır:  “Böylece, yaşam bir gizem olarak kaldı. Ben de kendim için ilk gizemim hâlâ…”
  

Pınar Sönmez


(Cumhuriyet Kitap'ta yayımlandı.)










[1] Arturo’nun Adası, Elsa Morante, Çev: Şadan Karadeniz, Can Yay., 2007
[2] Marquez, Anlatmak İçin Yaşamak, Çev.: Pınar Savaş, Can Yay., 2005, s.108
[3]Psikanaliz ve Uygulama, Sigmund Freud, Çev: Muzaffer Sencer, Say Yay., 2006, s. 105

6 Temmuz 2012 Cuma

MERCAN DEDE, CARLITO DALCEGGIO ve REVOLUTION REVELATION

            Haberiniz olsun. Sergi ilgi üzerine 1 Eylül - 5 Ekim tarihleri arasına uzatılmış.





"Sevgili Yolcu,

Birbirinden aldığı ilhamla sanatlarını, birlikte yaşanan mucizevi seyahatlerin yoldaşlığı ile dostluklarını paylaşan iki kendi halindeki insanın kalp kalbe verip yarattıkları Özgür Ruhlar Sarayı'na hoş geldiniz."


Mercan Dede (Arkın) ve Carlito Dalceggio, Borusan Müzik Evi'ndeki sergilerinde böyle buyur ediyorlar.
Daha kapıdan girdiğiniz anda alışık olduğunuz stabil ve steril sergilerden çok başka bir dünyada olduğunuzu anlıyorsunuz. Perdelerin arkasına geçmenizle birlikte rengarenk, sarsıcı, cazip, gel gel diyen bir atmosfer. Çoğu sergide gördüğünüz minimalliğin tam tersi, bir cümbüştür gidiyor. Kara bir orman içinde büyülü bir çiçek bahçesine benziyor sergi alanları. Duvarlardan fışkıran renkler, kelebekler, ortada üzeri rengarenk tüylerle kaplı güleryüzlü Buda... Hiçbir boş nokta yok. İç yükseliş duvarlara, tuvallere, kartondan evlere yansımış. Göz, kulak, ten hiçbir şey durmuyor. Hareket esas.


İkinci kat ise Özgür Ruhlar Sarayı'nın doğduğu yer. Benim gibi çalışma odası delileri için unutulmayacak bir mecra. Sergideki tüm eserlerin yaratıldığı yer burası. Uzun uzun her ayrıntıya dalarak izlemek istiyorsunuz. Sabit bir mekan bir karnavala dönmüş her bir parça gözünüzün önünden geçiyor. Sergide eserler kadar dikkat çekici ve fikrinizi esir alan bir rüya alemi. Başladıkları ve bıraktıkları gibi...


Üçüncü katta ise devasa bir Buda ve içine girdiğiniz kartondan evlerle yine kendinden geçiş... Karnaval geçidi yapılıyor, biz izliyoruz.  Neredeyse ortadaki Buda bile ayağa kalkıp yürüyecek...


Bunca sabit eserin coşkulu karnavalı Borusan Müzik Evi'nde devam ediyor. Mercan Dede'nin seslerine yakın, onunla örtüşen bir demet.
Ve çağrıları...


EY ARAYAN

UYAN!!! YAŞLI BİLGELİĞİ ÖP
HAYALLERİNİ KUCAKLA-BIRAK KENDİNİ RUHLARA
BOŞALT HAFIZANI
KURTUL GEÇMİŞİNDEN VE GELECEĞİNDEN
AÇ GÖZLERİNİ, RUHUNU AÇ
YAN YAN YAN
AÇ KANATLARINI KALBİNİN ATEŞİNE
ZEHRİ İÇ, TAT AB-I HAYATI
PANZEHİR OL
KENDİ GÖLGENİ CEZBET
KÖRLEŞ KENDİ IŞIĞINDA
AÇ BÜTÜN KAPILARI, ANAHTARLARI YUT
YENİLMEZLİĞİN DAVULUNU ÇAL,
ÇEVİR KADERİ TERSİNE

4 Temmuz 2012 Çarşamba

SIRADANIN İÇİNDEKİ SIRA DIŞI

Nur-u Osmaniye için sıradan, benim için sıra dışı bir gün...

Pek bilmediğim bir semtte bulunmak bile rutinin dışına çıkmak... Sabah öykülerin, denemelerin ve hukuk makalelerinin arasından sıyrılıp bambaşka bir yerde, Nur-u Osmaniye’de olmanın keyfini çıkarıyorum. Nur-u Osmaniye trafiğe kapalı, Arnavut kaldırımlı, taze edalı bir cadde de olsa , bu güzellik, konfor, düzen ve yeniliğin içinde esnaf geleneği pek çok semte göre ayakta... Kim kime dum duma ve ancak sözleşerek biraraya gelen küçük cemaatlerle bezeli bu şehirde, üstelik modernitenin otasında, nicedir böyle bir iş, çalışma, esnaf mecrası görmemiştim.
Ben çınarları seyredalıp kahvemi yudumlarken telefonum arka arkaya çalıyor. Beklenilenler ve sürprizler... Hayatın güzelliği de bu, diyorum, yazmanın da... Bir saniye sonra ne olacağını bilmediğin gibi, bazı zaman (ki yazının has vahası) ne yazacağını da bilmiyorsun. Yazının plana, programa ve çalışmaya ihtiyacı olduğu kadar bir başladıktan sonra zihnin tasmasını çıkarıp kırlarda, çimenlerde koşmasını izlemenin zevkini doya sıya çıkarmak gerek... Ne de olsa bu özgürlük hissi de yazma nedenlerinden biri...

Sokağa çıkan esnaf artık Starbucks'ta… Arka masaki Halıcı Ahmet Bey, geçen beş kişiden birine selam veriyor. Yakından tanıdıklarına ise “Gel sana bir espresso ısmarlayayım,” diye sesleniyor.

Mahalle kahvesi, Starbucks; çay, espresso olmuş. Davet sözü ayrı, selam aynı. Değişenler, değişmeyenler, evrilenler…

Uyum sağlıyorum esnafa ve gelen geçeni izliyorum. Bir dede, boyu omzuna yaklaşmış torununun ensesini sevgiyle sıkıyor. Diyorum, evet bazen sevgimizle böyle sıkıyoruz işte. Kulağıma çocuğun tatlı sesi geliyor. “On dört buçuk olduğumda olurmuş.”

Ben onların yavaş yavaş uzaklaşmalarını izlerken yorgunluklarından uzun süredir yürüdükleri anlaşılan ana oğul gelip öndeki banka oturuyorlar. Yorulmuşlar. Çocuk on dört buçuk var. Bir başkasının hayalini yaşıyor, bilmiyor.

Halıcı Ahmet Bey,  espressonu yudumlarken yanındakine işlerin ne kadar kötü olduğunu, atölyeden de fayda olmadığını, dün mağazaya gelenin de tipik bir Amerikalı müşteri çıktığını, tüm halıları açtırdıktan sonra thank you very much diyerek ayrıldığını anlatıyor. Yakınmalarda da bir değişiklik yok.

Yolun başında, rehberleriyle Japon turistler beliriyor. Amélie Nothomb’a, çok sevdiğim Kıran Kırana adlı romanında, “Dünyanın en güzel burnuna sahipti; Japon burnu, bin tanenin içinden bile kolayca ayırt edilebilen o benzersiz, o narin burun delikleri. Tüm Japonların burunları böyle değildir, ama böyle bir burnu olan herkes, mutlaka Japon’dur," satırlarını yazdırtan minik burunları arıyorum yüzlerinde. Evet, burunları minicik, Japon olmalılar...
Rehber, Starbucks’ı gösterip "Keep your mind,” diyor; tutacaklar akıllarında. Hatta ben bu sabah buraya gelmeseydim benden daha iyi bileceklerdi bu yolu.
Orada işte… Aklınızda kalacak bin bir ses, yüz, kare ve hatta burun… ne çok semt, ne çok hayat.. on dört buçuk yaşındayız, bilmiyoruz…
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...