17 Haziran 2012 Pazar

Nedim Gürsel ile Berlin'de Nazım'a Kavuşmak

http://egoistokur.com/egoist-okur-takipcisi-pinar-sonmez-yazdi-issiz-berlinde-nazima-kavusmak/

    Sevgili Gülenay Börekçi'nin tanıtımıyla Egoist Okur'da yayımlanan yazımı bir de buraya aktarıyorum. Sevgiler uçurarak...
  


   Teyzemde Vera imzalı bir Nazım kitabı ve bu imza ânının fotoğrafı vardı. Nedim Gürsel’in son romanı Şeytan, Melek ve Komünist’te Vera’yla karşılaştığımda bu fotoğraf canlandı, o resme gidip geldim. O zamanlar Vera benim için sarı saçlı, olgun bir kadındı. Daha sonra, onun Nazım’ın çok sevdiği kadını olduğunu öğrenmiştim. Vera aklıma kazınmıştı.
   Nazım’ın Vera’ya duyduğu derin aşkı, püsküllü bela Vera’yı fotoğraftan çıkarıp Gürsel’in masalına oturttum. Biyografisini yazdığı Nazım Hikmet’in hayatına bilgi ve sezgisiyle hakim Nedim Gürsel, bu hakimiyetiyle kurmacayı doludizgin yaratmış.
   Gürsel, Hatırla Barbara adlı kitabına Nazım’ın “Hangi şiir şaraba benzer/Paris” satırlarını alsa da söz konusu romanına fon olarak yalnızlığın ve acının kentini seçiyor, Berlin. “Berlin’e gelişlerimden hiçbirinde kentin böylesine ıssız, bu denli kar altında olduğunu anımsamıyorum.” Zaten yakın tarihteki acı dolu çağrışımlarından uzunca bir süre sıyrılamayacak olan kar altındaki Berlin, yazarın yalnızlığı iliklerine dek hissetmesine neden olacaktır.
   Yazarın yalnızlığının yanı sıra şarkıcı İpek’e olan aşkına tanık oluruz. Diğer iki bölüm, muhbir Ali Albayrak’ın ağzından Nazım Hikmet’i takip için yazılmış satırlardan oluşuyor ki bir nevi doküman kurmacası içinde verilirken son bölümde de muhbir Ali Albayrak’ın hayatını okuyoruz.
   Yalnız ve canına okunmuşların her birinin tek başınalığının diğerininkine karıştığı Berlin, hangi köşesine bakılsa görülen ve üzerine kül atılsa da sönmeyen soykırım ve duvarla koca bir acı simgesi. Bu acının getirdiği yalnızlık bir dikilitaş gibi yükseliyor Avrupa’nın ortasında. Kendi akıbetini bilen ve buna rağmen ayrılmayan Rosa Luxemberg’un ayak izleri de, Grosz resimleri de şehir tuvaline yerleşiyor.
   Bülent Usta, “Türkiye özelinde bir toplum böylesine bir hesaplaşmayı kaldıramaz,” diyor ya, belki Berlin de bu hesaplaşma ruhu ile insanın kendi zihnine çekilmesine neden oluyor. Toplum kadar kendiyle ve insanlıkla hesaplaşmak için de bu yalnızlık havasını solumaya geliyor, romanlarına Berlin’i alıyor yazarlar.
   Demir Özlü de Kanal Kentlerinde adlı kitabında, Berlin’de yazmayı dünyanın en güzel şeyi olarak gördüğünü söylüyor ve “En güzeli hafif ıslak olan kaldırımlarda yürümek. Melekler Berlin üzerindeki gökyüzünde değiller. Şehrin kahvelerinde, kaldırımlarındalar,” diyordu. Gürsel işte o ıslak kaldırımlarda Nazım’ı yürütüyor.
   Söylemeden geçemem, yazarın Goethe’nin güzel dili Almancaya dikkat çekmesi de müthiş bir detay. “Doğu’nun tramvay vagonları gibi uzayan bu bitişik sözcüklere, bu güzel dilin eklem yerlerinden birbirine mıhlanmış seslerine aşinaydım,” diyor ve Almanca için yapılan en güzel benzetmeyi sunuyor dimağıma.
   Nazım, kadınlarına; yazar, şarkıcı İpek’e ve Ali, Nazım’a aşık. Hayranlık ve aşk sarmal olmuş bu dünyada, hangisinin diğerinden çıktığını bilmiyoruz. Nazım nasıl elimdeki fotoğrafta gülümseyen Vera’nın genç yüzünü düşünerek “Yaktın beni,” diyorsa muhbir Ali Albayrak da bu cümleyi Nazım için söylerdi. Ulaşamama onları perişan ediyor. Ortak özellikleri ise şefkati aramaları ama yine de her defasında yalnızlığa sığınmaları.
   Yazarın yalnızlığı muhbirinkine, muhbirinki Nazım’ınkine karışıyor. Yazar, şefkati muhteşem-sert kadın İpek’in kollarında ararken, Nazım partide ve kadınlarında, muhbirse Nazım’ın yüzünde arıyor. Muhbirin eşcinselliğinin getirdiği dışlanmanın yaşattığı yalnızlık duygusu da aşkın ıssızlığını çevreliyor.
   Yazarın İpek’i ise sert mizacı, hatta yer yer küstah tavırları, sert sevgisi ve mağrurluğuyla biraz da   
   Nedim Gürsel’in Vera’sına benziyor. Nazım’ın son aşkına benzeyen bu hırçın, bir o kadar da tutku dolu kadın, sevgilisini paçavraya çevirirken Nazım’ın hayatındaki kadınlarına ve onlara duyduğu olan hayranlığını yaşıyoruz. Muhbir, Nazım’ı anlattıkça yazarın derin sevgisinden Nazım’da izler buluyor, sonra Nazım’a duyduğu aşkı da yine muhbirin ağzından günlük hayatında duyuyoruz.
Nazım sayesinde yazarı da, muhbiri de anlıyoruz. Her karakter, şifresi diğerinin içinde saklı bir kasa. Her ne kadar aşkı yaşama biçimleri farklı olsa da, boyun eğdikleri tek şey aşkı, itirafları ve körkütük halleriyle aşık oldukları kişilerin yanında olmaya çalışmaları. Kovsa da, desteklemese de, beklenen şefkati göstermese de yanında, ona ulaşılabilir halde olmalarına karşın aşklarına erişememeleri. Bu onların hikayesini benzer ve anlaşılır kılıyor. Birinin yüzünde diğerini görüyoruz. Bir de bilerek ya da bilmeden seveninin canına okumayı…
   Nitekim Nazım’ın komünizmle ilişkisini de bu eksene oturtuyor. Partinin ona kollarını açmış hali karşısında Nazım, aşkına karşılık bulmuş biri. Kadınlarına sığındığı gibi, onların şefkatinin güzelliğiyle politik olarak kendini ait hissettiği örgütte de kendisine sahip çıkılmasının onu mutlu ettiği aşikâr. Nedim Gürsel’in seçtiği, gördüğü Nazım böyle.
   Komünizmi Nazım’la Nazım’ı da komünizmle anlatıyor bir noktada. “Komünist olduğunu söylüyor, nedenini kendince şöyle açıklıyordu: “Dünyada ne zaman kimse aç kalmayacak/korkmayacak kimse kimseden/emretmeyecek kimse kimseye/yermeyecek kimse kimseyi/umudunu çalmayacak kimse kimsenin?/işte ben bu soruya karşılık verdiğim için komünistim.”


   Nedim Gürsel’in 1987’de yazdığı Yazılmamış Kitaplar Mezarlığı Zincirli Kuyu adlı öyküsü de bir muhbir öyküsüdür. “Kitap görevlisi gerçekte bir muhbirdi demek. Gündüzleri okurlara kitap veren, yaşamını kitaplar sayesinde kazanan bu bilgiç adam, geceleri yasak kitap listeleri hazırlayan ikiyüzlü biriydi.” Cicipapa içinde yer alan bu öyküde paradoks yerini bulur.
   Yazar, yıllar sonra bu metaforik muhbiri, zihninin raflarından indirmiş. Yıllar kaybolmuş, etkiler birleşmiş. Muhbir aşık, güzel buluş… Bu sayede kişi, aşık olduğuna yakın durabiliyor. Üstelik aşık insan bir de tutkulu bir karakterse bu didikleme onu hem daha da cezbedecek, hem de mahvedecek…
   Gürsel’in bu iki uç noktayı yani hem sevme hem kuyusunu kazma fikri çarpıcı. Bu nedenle de şeytan ve melek de metaforlaşıyor, aynı zamanda kurmacaya da yakışıyor.
   Fotoğraflar, imgeler, birleştikleri yerler, anlamın çoğalması, dolulaşması. Bir fotoğraftan bir romana, o romandan bir resme atlayarak… Nedim’in romanından Nazım’ın şiirine, Vera’nın fotoğrafından duyduğum en güzel Almanca tasvirine…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...