Geçtiğimiz günlerde bir karşılaşma, Zweig’vari yıldızın parladığı anları, Auster’vari tesadüfün mânâsını barındırıyordu.
Celal Kadri Kınoğlu ile tanışıp sohbet edeli yıllar olmuş. O uzun sohbette Oscar Wilde'ı konuşmuştuk, "Wilde’ın hayatını yaz," demişti, "onun hayatını oyunlaştır." Gönül vermedim böyle bir yazıma, ama hiç de unutmadım. Bir sabah karşılaştığımızda neşelendik, neler yaptığımızı anlatıyorduk ve Kınoğlu dedi ki, 'Oscar Wilde oyunu var, ona hazırlanıyoruz.'
Gözlerim faltaşı gibi açıldı…Yitip gitmemiş heves ve azim, çok bir önemsediğimiz "zaman"ın yolunu kesen ufku açık ve upuzun bir yoldu işte.
Sürecin hem yapıtaşı hem sonucu insan. Eğer istiyorsa… Bu hoş şaşkınlık, güleryüzlü inancın sağlam gücüneydi.
Hayatın aynı edebiyattaki gibi 'anlatma göster' dakikalarından biri, değil mi?
Daldan dala sohbete devam ettik. “Hayatım boyunca izlediğim belki de en sevdiğim oyundu Kır,” dedim. Kınoğlu'nun da rol aldığı, Crimp'in üç kişilik bir oyunuydu. “Kırk beş oyunda oynadım, en sevdiğim oyundur,” dedi. Kır’ı hatırladık birlikte. O, sahnedeki Celal'i hatırlıyordu, ben koltuktaki Pınar'ı. “Çok da zordu, çünkü sıradan bir adamı canlandırıyordum, Kevin Spacey çok iyi canlandırır böyle adamları, benim için zordu, ama oldu sanırım,” dedi. Elbette olmuştu, harika olmuştu. Ülkü Duru, Berlin’de izlemiş de önermiş zamanında. İyi ki..
Bir sonraki sohbete dek ayrılmak üzereyken konu hâlâ tiyatroydu, “İşte benim olayım da bu, yaşamak. Oynarken yaşıyorum,” dedi. Yazarken aldığım taze solukları düşündüm. Anladım...
İnsan böyle. Her an hafızada bir dosyaya ayrılı, aynı bilgisayar gibi. Hiçbir an tamamlanmıyor. Wilde, Kır, Kınoğlu… Her an hücreden alınıp eklemeler yapılması, katlar çıkılması, iskeleler çakılması için rafa kaldırılan gerçeküstü bir hayat maketi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder