4 Ekim 2011 Salı

BAŞIMDA BİR KOZA

 İnsanın birine aşık olması için/yeter ki kalabalık olsun/ve ben o kalabalıkta çeşit çeşit renkte boyda ve de millette insanların arasında… bütün insanlar orada geçmek zorunda kalsınlar ben de onların arasından o adamı seçeyim.   
SEVİM BURAK, AFRİKA DANSI   

   Alışkanlıklar yirmi bir günde oturur, derler. Bana on dört gün yetmişti.
   Tatillerim yıllardır keşif, kaçırmamak ve geze geze kendimi at gibi yormak üzerine kuruluyken adına tatil bile denmez bu on dört günlük kayboluşun sonunda… Ne demeliyim?
Rahatlamıştım, tazelenmiştim, kendimden geçmiş ve bu sayede belki de, kendime gelmiştim. Lobiye iniyor, kadife, ağır koltuklardan birine oturuyor, kahvemi söylüyor, kitabımı okuyordum.
   Dört bir yan enfes aydınlatmalarla doluydu. Her seferinde gözüm birine takılıyor, elimde fincan, uzun uzun onu seyrediyor, sonra bir diğerine dalıyordum. Gün batımını izlerken duyduğum huzuru, ışığı kısık kısık yayan, kapalı, saklı ışık kozalarını seyrederken de pekala duyuyordum. Şehir çocuğu olmanın avantajı da bu olsa gerek….
  Kahve ve yerfıstıklı pralinler eşliğinde geçen bu odaklı dakikalar gün ortasında yapılan şekerlemeler gibi rahatlatıyordu beni.
   O gün de tüm bu ritüelleri teker teker yaşarken ekru kumaşın içinden süzüle süzüle yanıma gelen flu ışık, yoldaş bir evcil hayvanmışçasına kucağıma kuruluverdi.



Sessizlik Hintli, büyük bir grubun girmesiyle yerini ufak bir kaosa bıraktı.  Göz alıcı ışık, görüntü ve ses cümbüşünde sönmüştü sanki.  
   Algı nasıl da diğer duyumların şiddetine göre değişebiliyor...
   Ses, aydınlığı hapseden bir örtüye dönüşebilir mi?
   Koku, sesi bastırabilir, tat dokunuşu yok edebilir mi?

   Defterim ‘yoldaş ışık hayvanı’nı kovdu, kucağıma oturdu, el mecbur, başladım yazmaya.     
   Başımı kaldırdığımda kalabalığın arasında onu gördüm.
   Hintlilerden değildi. Onların arasında bir yer bulmak yerine kenara çekilmiş, belli ki gürültünün geçmesini bekliyordu.
   O da küçük bir Moleskine çıkardı. Yazmaya başladı.
   Ona bu çekici etkiyi veren güçlü özelliği ne? Sarı saç, yanık ten? Ağır bir duruş, ama hafif, üzerinde tiril tiril uçuşan giysiler? Hayır, bunlar tam olarak onu tanımlamıyor.
   Birine benziyor. Yüzü değil etkisi…
   Kim?
   Evet ya, Robert Redford bu… Ne ilginç, ‘sarışın ama yakışıklı’ referansımın çocukluğumdan gelen, o zaman bile yaşlı kabul edilebilecek bir aktör olması… Bu da mı şehir çocuğu olmanın etkisi… Annemle izlediğim TRT salı gecesi filmlerinin… Başımı öne indirmiş olsam da gözüm görmeye devam ediyor sanki. Onu, defterimin beyaz sayfalarında izliyorum.
   Bir an başını kaldırdı, bakışımı kaçıramadım. Belki loşluktan, belki herkesin yavaş hareket etmesinden pastel bir halenin içine giriyorum.
   En loş aydınlatmanın altında, elinde defter bana bakıyor. Yüzüne hapsettiği ışıkla gülümsüyor. O anda hiç yapmadığım bir şey yapıyorum. Ben de gülümsüyorum. Süreksiz ve hızlı, ama gülümsüyorum işte.
   Derken resepsiyonist kız, “Buyrun beyefendi,” diye ona sesleniyor. Bakışımı görmelisiniz,  kıza kan kusuyorum. Başımı yine eğerken göz ucumla onu takip ediyorum. Bir anda ayağa kalkıyor, Hintlilerin yoğun trafiğinde yok oluyor.




Kaybettim. Bugün, yarın, öbür gün odadan bahaneler uydurarak defalarca kere çıkarken aslında onunla karşılaşma umuduyla dolu olacağımı biliyorum. Defterime dönüyorum ki onun, karşıda duran siyah deri koltuğun yanından bir şey aldığını fark ediyorum. Küçük bavulunu almak için dönmüş. Yanından geçen garson kıza, “Restorana benim için rezervasyon yaptırır mısınız,” diyor.
   Ayakta olduğu için aramızdaki mesafe azalmış görünüyor. Konuşacak benimle. Leyleklerin göç mevsimini anlaması gibi…
   Kafamda seksen kere tekrarlayacağım, her bir sözcüğe çengel atacağım o kısa konuşma az sonra…
   “Burada yemek salonu üst katta herhalde.”
   “Evet, ben de birazdan orada olacağım.”
   “Tamam, görüşürüz o zaman…”
   Parmak uçlarında yükselmiş heyecan saklanmıyor.
   “Yeriniz ayrıldı,” diyor kız.
    Yeri ayrıldı.
   Tabii ki gülen yüzümü toplayamıyorum. Garson kız yandaki konsola bir koca vazo dolusu petunya bırakıyor. Bir anda yumuşak, sade ama güçlü bir petunya kokusuyla dolu içim dışım. Gülüşümü tebessüme indirmeye çalışırken o, odasına çıkıyor.

   Elimde defter, yanımda aydınlatma, biriyle sevişeceğimi ilk kez tanıştığım anda anlıyorum. Az şey mi?
   Bu, izlediğimiz filmlerden biri olsa annem “Kıza bak şimdi, ne yanlış yaptı,” der, yan gözle de mesajı almış görünüyor muyum, diye bakardı.
   Hintliler de odalarındalar şimdi, o da odasında… Geceye hazırlanmak üzere odama çıkarken yukarı bakıyorum. Bir koza başımda…
  


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...