“Bir hikâyenin ya da romanın kahramanı olsam, şu yaşadıklarım kurmaca bir metnin bir sayfasına yazılanlar olsa, sevdiğim bir yazarın yarattığı karakter olsam ne derdim şu anda, ne yapardım?”
Şimdi ben Yekta Kopan’ın yazdığı öyküde bir karakter olsam, onun öykü kitabı “Bir de Baktım Yoksun” için ne derdim şu anda, ne yazardım? Hadi…
“Bir De Baktım Yoksun”un ilk öyküsünü okurken bir de baktım ki dura düşüne sayıyorum. Neyi mi? Şimdiye dek kaç ev değiştirdiğimi…
Ben ilk öyküdeki kişinin bağımsızlaşmasıyla “kaç ev değiştirdiği bilgisinin yazar tarafından verilmesi” arasındaki metaforik bağı çözerken “oyun” düşünceme sızdı. Kendime döndüm. Artık onun evlerini bir kenara bıraktım, kendi evlerime bakıyorum.
Ben ilk öyküdeki kişinin bağımsızlaşmasıyla “kaç ev değiştirdiği bilgisinin yazar tarafından verilmesi” arasındaki metaforik bağı çözerken “oyun” düşünceme sızdı. Kendime döndüm. Artık onun evlerini bir kenara bıraktım, kendi evlerime bakıyorum.
Özgüven ve özgürleşme düşünceleri yollu yorumlarını dinlerken bağımsızlaşmanın pençesindeki adam ve babasının yanlarına oturup laf yetiştiriyorum onlara. Beynimin yılankavi kıvrımlarında aynı onun oynadığı gibi yazar-yazılan oyununa bir öğe daha katıp “yazar-okur-yazılan” üçgeninin parçası olarak naif, mütevazi, ama yüksek sesli ve kararlı adımlarla bir hesaplaşma evrenine giriveriyorum.
“Oysa hayatın hareketi içinde bu sorular çoğu zaman aklımıza gelmezdi bile,” diyor. İşte tam da ufak ufak birleşip bütünü oluşturan, hayatı oluşturan bu macerayı meydana getiren öğeler için söylüyor. Ama yaratısı öyle bir noktaya geliyor ki onun öyküleri –aynı hayatın sığdırıldığı gibi- tek bir an oluyor, tek bir ses. Tüm bir kitabın içine yayılan bir ses.
Oğuz Atay, “Hayatım ciddiye alınmasını istediğim bir oyundu,” der. Yekta Kopan da bu oyunu kuruyor yıllardır yolculuğunda. Kurmacanın, hayatı anlaşılır ve yaşanır kılmaya yarayan bir zihin oyunu olup aklın karanlık duvarlarında sözcüklerle ve gündelik hayatla oynanan bir köşe kapmaca olduğunu gösteriyor. Bir çocuk nasıl oyunla öğrenirse hayatı, biz de hâlâ ve daima büyümekte olduğumuza göre oyun kurmacanın ayaklarından belki de en sağlamı.
Böyle anlamlandırıyoruz, çünkü hayatta her şeyin bir anlamı olmasa da hayatlarımızı anlamlı kılmak için kendi kurmacamızda bir tutarlılık yakalıyoruz. Her şeyi anlamlı kılmanın yolu bu.
Borges'in “Rastlantı dediğimiz, nedenselliğin karmaşık işleyişini bilmememizden başka nedir ki,”diyerek belirttiği gibi kurmacada da her şey rastlantıdır, ama yaşananların nedenselliğidir aslolan. Temsili bir biçimidir.
Başka bir öyküde “O”, annesini takvim fotoğraflarında görülen, insanın içini ısıtan hayvanlara, uyuklayan bir kedi, fıstık yiyen bir papağan, yavrusunu yalayan bir kaplana benzetir. “Neden oynuyorum bu oyunu? Onu sadece annem olarak sevmeyi başaramıyor muyum? Hayatı sadece yaşayıp gidemiyor muyum?”
“O”na bağırıyorum: “Hayır gidemiyorsun, çünkü hayatın ancak Yekta Kopan seni yazarsa anlam kazanıyor, kendi hayatı ve benim hayatım da…”
“O”na bağırıyorum: “Hayır gidemiyorsun, çünkü hayatın ancak Yekta Kopan seni yazarsa anlam kazanıyor, kendi hayatı ve benim hayatım da…”
Hemen arkasından, “Ama kimi zaman hesap yapmamalı insan, okun yaydan nasıl çıktığının farkına bile varmamalı,” diyor ya işte bunu sonuna dek yapabildiği yer, kurmaca dünya. Okun yaydan çıktığı, dilediği yere saplandığı ve hayatın doğal ritmini, hesapsızlığını özlediği bir yer.
Babanın devamı mısın? Peki ya edebi murislerinin?
“Kurmaca üstünden gerçekliği anlamaya çalışmak, genetik sürekliliğimizin önemli bir parçasıydı,”demesi ve aynı zamanda her öyküye epigrafla başlamasıyla, sadece bu tercihle bile bir şey gösteriyor. Öyle ya… Kitaplara ve hatta her öyküye epigraflarla başlıyorsak bir önceki nesil de pekâlâ bizim epigrafımız olabilir, değil mi? Bu yüzden de öncüllerinden epigraflarla giriyor tüm öykülere. Edebi murislerini selamlıyor.
Cortàzar, Andre Fava’nın Güncesi’nde der, “Yaşanmış olanın, gündelik olayların yakınlığına gereksiniyorum.” Kopan, günlük hayatın kodlarından yola çıkıyor. Temsili biçimin mekanını da yürüdüğünüz İstanbul sokakları oluşturuyor.
Ne mi düşünüyorum o gidip de kokoreç yerken, Radyoevi’nin önünden geçerken: Onun da benim kopyam olduğunu… Aslında herkesin birbirinden kırpık kırpık keserek oluşturduğu bir kolaj bu kent hayatı. Bu durumda, çoğalma sadece öncüllerimiz için değil, yandaşlarımız ve ardıllarımız için de geçerli. Hepimiz bir “karbon kopya”… İşte, o gündelik olayların yakınlığına olan gereksinim karşılanıveriyor.
Ne mi düşünüyorum o gidip de kokoreç yerken, Radyoevi’nin önünden geçerken: Onun da benim kopyam olduğunu… Aslında herkesin birbirinden kırpık kırpık keserek oluşturduğu bir kolaj bu kent hayatı. Bu durumda, çoğalma sadece öncüllerimiz için değil, yandaşlarımız ve ardıllarımız için de geçerli. Hepimiz bir “karbon kopya”… İşte, o gündelik olayların yakınlığına olan gereksinim karşılanıveriyor.
Hayatın doğal ritmini yaşaması için “O” kendini tanımalı. 2003 yapımı belgesel My Architect’in alt başlığı 'Bir Oğlun Yolculuğu' olarak geçer. Belgeseli çeken Nathaniel Khan’ın babası ünlü mimar Louis I. Kahn, 25 yıl önce, Nathaniel daha küçük bir çocukken ölmüştür. Çocuk büyümüştür. Babasını bulmadan kendini bulamayacağına inanarak onu ve onda kendini aramaktadır. Çok güçlü bir metafor içerir filmin adı. “Yıllar boyunca babamın hayatının görmeme izin verilen o küçük parçasıyla yetinmeye çalıştım. Ama yeterli değildi. Onu tanımam, gerçekte kim olduğunu öğrenmem gerekiyordu.” Oğul yolculuğa başlar. Yekta Kopan’ın öykülerinde de bu kurmaca anahtarını görüyorum. Oğlun ancak babası öldükten sonra girdiği hesaplaşma…
Hayat akıyor. Evet, herkes birbirinin devamı ama aynı zamanda bu tek kişilik bir macera, değil mi? Kolajla oluşan o çocuk ne mi oluyor? O da bir baba oluyor, başka bir öyküde karşımıza farklı bir adla çıkıyor ve o da çocuğunda devam ediyor.
Okurken siz “O” olacaksınız, çünkü “O” çok kolay bir başkası olup onun üzerinden kendini tanımlayabiliyor. Çünkü “O” daha önce de “İçimde Biri Var” dediği gibi sizin onun içine girmenizi sağlayabiliyor. Bunu da kurmacanın en güzel, en oyunlu formuyla yapıyor.
Ayrı ayrı her öykünün bir benliği olsa da tüm bir hayatın tek bir anda saklı olması gibi belki de çok da tarif edemeyeceğiniz gibi bir sesi var. Ses için ne diyebilirsiniz? “Güçlü, yüksek, alçak, davudi…” dersiniz, taklit de edebilirsiniz. Ama aynısı değildir. Unutulmaz. Onun karakterleri de baba sesini unutamıyor bir türlü. Babasının sesini unutmayan karakteri gibi babasının üzerinden kendi devamlılığını sorguluyor. Yolculuk, babasının ağzından söyletmeye çalıştığı sözlerde gizli. Aslında onun söyleyemediği sözü söyleyerek önce onu yaratacak, sonra kendisini. Kendisi onun kopyası olacaksa, önce aslı iyi yaratmalı.
Kurmaca ile gerçeklik arasındaki paralelliğe geçilen köprüleri kurup okudukça anlaşılan ve anlam kazanan hayatlarımıza dönüyoruz. “İnsan kendi hayatını bile ancak iyi bir hikâyede okuyunca anlayabilir.”
Kesinlikle…
Kesinlikle…
Evet, herkes birbirinin devamı ama aynı zamanda bu tek kişilik bir macera, değil mi? bu cümle güzel....
YanıtlaSil