Faruk Duman’ın Cemil Kavukçu ile yaptığı söyleşide, Kavukçu, “Aslında öyküleri uzaklarda aramaya gerek yok; bütün şaşırtıcılıkları, ilginçlikleri ve özgünlükleriyle çok yakınımızdalar,”[1][1] diyor. Faruk Duman, Pîrî ile yüzyıllar öncesinde geçen bir hikaye anlatsa da Kavukçu’nun sözlerini eseriyle doğruluyor. Uzağın yakını görmeye yarayacağını, Yusuf’un yüzyıllar öncesinde geçen hikayesi ile anlatarak, Kavukçu’nun tavrını, bir bakıma tersine yazıyor. Duman ne demek istiyor? Uzak ya da yakın fark etmez, anlattığın insanoğlunun arayışıdır. Jack London da romanına “Denizin Çağrısı” adını boşuna koymamıştır, değil mi? Serüven çağırır.
Denizdeyken toprağı, topraktayken denizi dileyen Yusuf’un serüven tutkusu, hayatını anlama, ona anlam bağlama dileğidir. Deniz, serüven tutkusunun, kendinden ve çevreden kopmanın, bağımsızlığın simgesi iken; toprak geçmiş, kökler ve çocukluğun simgesidir.
Duman’ın önermesi, kişinin ancak uzaklaştıkça yaşantısını anlayabileceği, hazmedebileceğidir. Yakın, uzağa gitmeden kavranamaz. Yusuf sıladan ayrıldığında sıla sıcağını anlar, annesinin belleğindeki görüntüsüne döner. Çıplak kadınlar adasını gördüğünde de ilk sevgilinin tadına varır. Zaman geriye yürür. Bu durum, edebiyat için de geçerli değil mi? Aynı metinden bir süre ayrı kalıp da ona tekrar döndüğünüzde, onda bambaşka anlamlar ve serzenişler bulursunuz. Uzak, yakındakini kavramanıza yarar.
Yazar, herkesin kendi serüvenini aradığını, hayal ettiğini anlatırken, aslında orayla buranın bir farkı yoktur, demek ister. Ayrıca, serüvenin içinde olduğunu bilsen özgürlüğünü kaybedeceksin. Ama elde etmek de istemiyorsun-ki serüven hayaldir ve sen hayalsiz de yaşayamazsın.
İlerleyen satırlarda, uzaktakinden korkulduğunu söyleyecektir. Bu, aslında bireyin özgürlüğünden korktuğuna da işaret eder. Özgürlük bireyin ta kendisi demek olduğuna göre, Yusuf kendinden de korkmaktadır. Nitekim romanın sonuna doğru kendini bilmediği bir anda işlediğini düşündüğü cinayet, korkularını haklı çıkarmaktadır.
Öyle bir tutku ki deniz üstündeki insanlar da kendi serüvenlerini uzakta bulamazlarsa yakına getiriyorlar. Serüvenini arayan leventlerin birbirlerini kesmeleri de bu tutkudan... Bulamazsan yaratırsın. Yazar bu tutkunun insanı canlı tuttuğunu düşünür. Zira romanda denir ki: “Huzur, mutluluğun kandıran yüzüdür.” Aradığımız rahatlık, huzur olmadığı gibi sorumuz da “ne” değil, “nasıl”dır.
SÖZ:
Faruk Duman, bir yazısında edebiyatı sezdiği yıllardan bahseder.[1][2] Bu düşüncesini bağladığı nokta Pîrî’dir. “Söz sezilmek ister,” diyerek görüşünü yazınına taşımıştır. İddiası, yazının kendi kendini ifade edebilmesi, eserin içinde metinde ne anlatıldığına ilişkin açıklamaların bulunmamasıdır. Eser zaten kendi kendini anlatır. Edebiyatın geometrisi olmaz, demeye getirir. Bu nedenle romana uzaklardan gelir; bu nedenle örtük olarak der diyeceğini. Söz açıklanmaz, dile gelmez. Aynı romandaki harita gibi..
Harita, özün metaforudur. Aynı zamanda genel edebiyat anlayışı kabul edilen “anlatma, göster”i de içeren bir metafor. Üstelik Pîrî Reis’in haritasına bir gönderme yaparak romana zamanda da bütünsellik kazandırır. Sayfaları doldurup laf lakırdısı yapabilirdim, ama aslolan söz sanatı bu olmazdı, der bir bakıma.
Ben büyük resme bakarım, onun imgesi her şeyi anlatmaya yeter, çünkü onu sezmelisiniz. Her şeyi söylersem sezecek ne kalır ve bu anlamda yazarın yorumundan başka yorumlara nasıl gidersiniz? Sayfaları arttırmak aslında sizin imgeleminizi çökertmek ve edebiyatı hasara uğratmak, en azından çoğaltılamaz kılmaktır.
Çıplak kadınlar adasındaki kadınlardan bahsedildiği bölümde de aynı anlayışı taşır. “Onların bizi çağırması için zaten dil gerekmezdi, “ diyerek insanın doğasında olanın kendiliğinden anlaşılacağını belirtir. Bu nedenle, çıplak kadınlar adasındaki kadınlar bir şey söylemeseler de salt çıplak oluşları ile ne demek istediklerini söylemektedirler. Bir edebî eserin olması gerektiği gibi kendiliğinden.
Hemen ekler: “Zeytin sözcüğü zeytin anlamına yalnızca bir kere gelir!” İşte bundandır ki Seferis, eksikleri tamamlayarak hikayeler anlatıyor ve siz boşlukları nasıl istiyorsanız öyle dolduruyorsunuz. Yazarın öyküsü ile okurun öyküsü farklıdır, herkes kendi (edebi) serüvenini yaşar. “Hem onu dinleyene de bağlıdır,” derken okurun da bu oyuna gönlüyle, aklıyla, benliğiyle katılması gerektiğine işaret eder. Bu eylemi tamamlayan okur da kendince eksik bulduklarını kendi çağrışımlarıyla doldurur ve yeniden yaratır. Edebiyat, yazarla okurun kolektif çalışmasına dönüşür.
“Kuşkusuz bitirilmeye mahkum bir harita ölümü kucaklayan bir eğlencedir,” derken kendi edebiyat yolculuğunu dillendirmiştir. İlk sevgilinin ağzından tek bir sözcük çıkar: “Buraya.” Yusuf’un bu tek sözcüğü bir konuşmaya dönüştürürken de yaptığı budur. Söz ve çağrışımın nasıl örüldüğünü, ne zaman edebiyata dönüştüğünü, ne zaman lakırdı olduğunu anlatmak istiyor. Yazar anlama ulaşmak için sözün eksiltilmesi gerektiğini gösteriyor.
Ya zeyra kuşu? Ona yol gösterdiğini rüyasında gördüğü zeyra kuşunun gagasının ucunda yüzlerce harf dolaşmaktadır. Onun yol göstericisi sözdür. O kuş ki hem serüveninde Yusuf’a kılavuzluk eder, hem de taşıdığı harflerle yazara… Yazar zeyra kuşudur. O da, okura yol gösterir, hayat ve yazın serüveninde eşlik eder. Okurun bünyesinde olan ‘söz’ü ortaya çıkarır, kendi çağrışımlarına okurun çağrışımları da eklenir ve her okurda, her okumada eser çeşitli kereler çoğalır. “Her şeyi unut,” der romanın sonunda. Kendi öykünü yarat, demektir bu.
DOĞA:
Seferis ile Yusuf arasında geçen konuşmada, suyun ışığa hakim olmasından bahseder Seferis. Yusuf, suyun akmasının kendine hakim olmadığını gösterdiğini iddia eder. Ama Seferis’in verdiği yanıt, Faruk Duman yazınının temel söylemlerinden birini verir. “Hayır, kendine dönüyor.”
Yazar, insanın kendine dönme isteğini doğa ile açıklar. Elif Şafak, döngünün kökünü tasavvuftan alırken, Faruk Duman, doğada buluyor döngünün özünü, benzetmesini, metaforunu.
Pîrî’de, “Zülal binlerce baştan, binlerce gözden, yani binlerce kulaktan oluşmuş bir yaman cengaver oluyordu işte,” der. Yazarın Burç adlı öyküsünde de Hacı Efendi’nin avladığı yaban hayvanlarının gücü adeta kendine geçer.[1][3] Hacı Efendi av hayvanları ile, Zülal öldürdüğü düşmanlarla çoğalır. Duman, insanı doğadan ayırmayan, ayrı düşünmeyen bir yazar. Doğadaki her canlının birbirini bir şekilde içine kattığını vurgular.
“Bu imbatla ben sanki bir kuş ile bir ağacın birleşmiş kokularını aldım. Nefis bir kokuydu bu. Ağaç sanki kuşla beslenmişti. Suyu değil de, kuşu emmişti topraktan. Kuş da ağacın gövdesinden, su kıvraklığı ile geçip yaprak uçlarında filizlenmişti.” Bu satırlarla da iç içe geçmenin başka bir biçimini sunar. Doğa bütündür ve her varlık birbirini besler.
Yusuf’un yoldaşlarını bulması için “Birini rengarenk bir düzensiz limanda, birini de yine rengarenk bir düzensiz kavgada: aynı şey.” der. Denizle toprağın özde aynı olması gibi önemli olan insandır. Mekan ya da olay değil. Onlar insanı biraraya getirmeye, birbiriyle beraber tutmaya yarar. Yusuf’un imgelerle dolu yarası da Seferis’le ilk kez konuşmasına sebep olacaktır. Her tür olay, her tür sıkıntı da insanın birbirine giden yoludur. Doğada her olay birbirine araçtır. Doğa bizi birleştiriyor ve her şey aslında bir diğerinde yaşıyor.
Doğada her şeyin birbirine dönerek varolduğu ve dünyayı var kıldığı düşüncesi metnin bütünselliği kadar, yazarın da diğer eserleriyle bağlantısının kuvvetini gösterir. Faruk Duman, eserlerinde tek tek kendi dünyalarındaki imgeleri ve bağları çoğaltırken, tüm eserlerinin de birbirlerini besleyen bir dil ve felsefe yaratmalarını sağlamıştır.
[2][1] NotosÖykü, sayı 7
[3][2] Büyümenin Türkçe Tarihi, Metis Yayınları, 2007
[4][3] NotosÖykü, sayı 8
NotosÖykü'nün Ağustos-Eylül 2008 sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder