Uzun yıllarını tek bir romana vermek, ezilmez bir güçle inanarak yazmaya devam etmek, bu azim ve istek büyüleyici.
Malcolm Lowry’nin neredeyse bilinen tek romanı olan Yanardağın Altında bir kült roman. Yazar, bir bölümünü II. Dünya Savaşı sürerken yazdığı ve toplam dokuz yılda kaleme aldığı romanda insanlık ruhu ve varoluş ile ilgili temel dertlerini, yarattığı her bir karakterle, ayrı ayrı anlatıyor.
Romanın her bölümünde hayattan alınma, kendine özel, sıra dışı bir ritm var. Kimi zaman ironi yükselişe geçiyor, kimi zaman politik eleştiriler… Bu nedenle de roman, çok sayıda eleştiri dosyasının konusu olmuş ve üzerine çok sayıda makale yazılmış, hakkında incelemeler yapılmış.
Ömer Türkeş, Weiss konulu yazısında, “Homeros’un İlyada’sından bu yana edebiyatın pek çok büyük eserinde savaşlar tarihsel süreçlerin insan kaderlerine yaptığı etkileri göstermek için ilham vermiştir,” der. Lowry de savaşı yazıyor, ama ekseni kendisi. O, insanlığı savaşın genel öğeleri, biçimi üzerinden değil, savaşa sürüklenenler ve kendi karakteri üzerinden etiketliyor.
Romanın çevirmeni Sinan Fişek, “Söz konusu olan sıradan bir kitap değil, Lowry’nin kendisiydi: Yani insanlığın geçmişi ve geleceği, evrenin anlamı ve tarihi,” diyerek yazarın ağırlık merkezini vurguluyor. Konsolosun ve diğerlerinin kendilerini arayışları da insanların hem kendi iç dünyalarıyla hem de dış dünyayla, savaşla, insanın yabanıl doğasıyla gösteriliyor.
Sinan Fişek, Malcolm Lowry’nin, yaşamını tek başına, kendi kişisel çukurunun dibinde tükettiğini belirtiyor. Aynı yorum, Yanardağın Altında’nın baş karakteri olan ve yazardan izler taşıyan Konsolos için de pekâlâ yapılabilir. Kendi hayatıyla romanın başkarakteri konsolosunkinin benzerliği, tüm roman boyunca tekilanın atası mescali su yerine içen, üzerine de bunun “bir besin maddesi” olduğunu söyleyen Konsolos, bir an yerde yatıp kalırken hemen ardından uzun uzun karısının onu terk ettiği zamandaki kötü günlerini anlatıyor. Sonra onlar da geliyor ve tüm bir insanlığın anlaşılma ile kutsanma macerasını görüyorsunuz. Savaş aşkın, aşk evliliğin sahnesi. Anlam ne, sorusunun içine toplumsal ve kişisel tüm öğeler katılıyor, hepsi birbirinin tamamlayıcısı, fonu oluyor, insanlık tözü oluşuyor.
Bu anlamda sarhoşluk da ayıklığı anlatıyor. Ölüm hayatı, savaş barışı işaret ediyor. Tüm kavramlar, önermelerinin içinde zıtlarını barındırarak kendilerini tamamlıyorlar aslında. Aynı, karakterlerin yap-boz olup birbirine geçerek insanlık halini tanımlamaları ve tamamlamaları, böylelikle simgeleşmeleri gibi…
Konsolos’un sarhoşluğu, bir düzeyde insanlığın savaş yıllarında ya da hemen öncesinde içinde bulunduğu evrensel sarhoşluk. Alkol ciddi bir fon oluştururken olay örgüsü içindeki ayıklık-sarhoşluk halleri insanlık bilincinin ve tarihinin, bir anlamda evrimin metaforu.
Her bölümde alkole sarılan roman, senaryosunu Paul Auster’ın yazdığı Smoke filmini de hatırlattı bana. Sigara içmediğim için hissetmemiştim filmin sigara tiryakisi izleyiciye yaşattığı zorluğu. Arkadaşlar, film boyunca sigara içilirken sinema koltuğuna çakılı olmanın ne zor olduğunu, filmin ironisinin de bu olduğunu söylemişlerdi. “Limonu emerken tekilanın ateşinin omuriliğinden aşağı aktığını hisseden Konsolos”, Smoke filminin seyircilerine yaptığı etkiyi yaratıyor. Aynı kışkırtıcı atmosfer…
Lowry’nin editöre yazdığı, eleştirilere teker teker yanıt veren ve çevirmenin bir başyapıt olarak nitelediği mektup, kitabın sonuna eklenmiş. Mektup, romana farklı, ilgi çekici bir yön kazandırıyor. Her bir bölüme getirilen önerilere derinlemesine yanıt verişi romanın tadını arttırıyor. John Fowles’ın Yaratık’ında da yazarın romana ilişkin düşüncelerini paylaştığı yazının romanı tamamladığını, sarıp sarmaladığını düşünmüştüm. Zihinde yeni pencereler açarken esere bir kılavuz olan bu yazılar sayesinde yazarların imgelerini, düşüncelerini bir kez de bu rotayla okumak istiyor insan.
Kitap, çevirmen Sinan Fişek’in yazısı ve Lowry’nin düşüncelerini açıklayışıyla böyle büyük bir roman için en güzel sunuş.
Pınar Sönmez
(ilk olarak Egoist Okur'da yayımlandı)